27 Aralık 2010 Pazartesi

cennetin kapısı böyle bir şey olsa gerek.
şey, ben bugün eğlendim biraz evde tek başıma.





25 Aralık 2010 Cumartesi

Havada gülücükler vardı. evet küstüm o an için söylenebilecek en güzel şey oydu ve ne zaman aklıma gelirse bi küçük gülümsemecik daha sıyrılıp dudaklarımdan onların arasına karışacak. balon gibi mesela. ve kütüphaneden çıkmış yürürken aklımda tek bir düşünce vardı: uçabilmek için ayakların olması gerekmez. aslında hiçbir şey gerekmez. çünkü benim balonlarım var. ve bir şarkı gelip takıldı o ana. nereden geldi, niye geldi bilinmez. saçma belki ama bende şu an saçma saçma gülümsemek istiyorum.
what a wonderful world

soru şu: bir filmden ne beklersin?
aslında cevabı daha önceden kitap için verilmişti. kitap okuyorum çünkü başka hayatlara ihtiyacım var. film seyrediyorum çünkü elimde seçeneklerle de gittikçe sınırlanan, sınırlanmaktan başka bir şansı olmayan tek bir hayat var. ve bu ikisi sana başka birkaç hayat daha görme, becerebilirsen içine girme ve birkaç hayat daha yaşayabilme şansını veriyor.(resmi düşündüm burada, kaçınılmaz olarak da fotoğrafı. onlar bir anlar sadece ve ben en çok başı sonu olmayan anları severim aslında)

insanlar istiyorlarki o içine girdikleri hayat atlamalı zıplamalı, süprizli geçsin.bir de en büyük aşk orada olsun.çünkü onların hiçbiri bizim hayatımızda yok, muhtemelen de olmayacak. bir film ne kadar heyecanlı olursa o kadar izlenesi (yaşanası) oluyor. ama nuri bilge ceylan farklı yahu. o adamın bu kadar hayatın içinden, bu kadar sıradan olmasını sevdim ben en çok. 'neyse kendini geliştiriyor' diyenlere inat en çok da kasabayı. dedenin 50 lirayı duyunca sinirlenişini, babaannenin torununa düşkünlüğünü, 'ben büyüyünce büyük adam olucam' tadındaki ergenliği sevdim. herhangi bir düşünceyi savunmadan, kavga etmeden, asla tek kişiye yoğunlaşmadan konuşabilmelerini sevdim. dedenin o kadar dede, annenin anne, ergenin ergen olmasını.
son olarak; sakal cafeden sakal bara terfi yaşımız geldi de geçiyor.
ve hepimiz biliyoruzki ben ne kadar beceriksiz bir cadıysam sende o kadar beceriksiz bir büyücüsün çocuk. bunu seviyorum.

giriş gelişme ve sonucu birbirinden inanılmaz bağımsız bir yazı oldu, varsın öyle olsun. bunu da seviyorum.

18 Aralık 2010 Cumartesi

7 Aralık 2010 Salı

geçen hafta salı Marx'ın Dönüşü'ne gittik oğuzla. bileti internetten almam, dolayısıyla elimde yazılı hiçbir tarih olmaması. şinasi'ye gittiğimizde adınıza bir bilet yok denilmesi. kaçak yollarla içeri girmeyi başardığımızda yerimizde başka birilerinin oturduğunu farketmemiz ve benden çıkan bi yok artık nidası. gece eve dönüp kontrol ettiğim üzere bilet aslında çarşamba tarihliymiş.
ama aynı güzel oyuna ertesi gün bi kere daha ve bu sefer legal yollarla gidebildiğimi düşünürsek, aklımın bir karış havada olmasına şükretmem gerekiyor sanırım.
bu yazının neden olduğunun merak edilmesi gayet mantıklı ve normal. tek amacım bi önceki yazıda açıklamayı unuttuğum yıldız(*)dan bahsetmek.

*
(ağlamaklı)bir fincan kahve için bozuk paranız var mı bayım?
(sinirli)buna ilerleme diyorsunuz öyle mi? çünkü motorlu arabalarınız, telefonlarınız, uçan makineleriniz ve bu leş yığını içinde daha iyi kokmanızı sağlayan bin çeşit parfümünüz var. ve caddelerde uyuyan yoksul insanlarınız...

arabanızın ya da parfümünüzün olup olmadığının hiç bir önemi yok. o an marx, etrafında olup bitene göz yuman herkesin ağzına sıçtı.

6 Aralık 2010 Pazartesi

- anlatabilir misin?

dedi. bakakaldım ekrana. sahi, ne düşündüm onca zaman boyunca? üzerine düşündüğümü biliyordum. ama daha çok 'bak argümanları kısaca açıkladım sen anlarsın, zeki kızsın bence.' tadında bi düşünmeydi. var olduğunu biliyordum ama doğru kelimeler birbirini bulamamışlardı anlatmak için.
ne düşündüm sahi? dün toparladım biraz. dünya az biraz da olsa ilerliyorsa*, deliler sayesinde değil mi bu. delirsek ya o zaman.

okumuyorum. mükemmel olmasa da elimde sürünmeyi haketmemişti pavese. ama asıl gündüz vassaf, harika olmasına rağmen sürünüyor ya şu an, en çok ona üzülüyorum. ıskalanmış, üzerinde düşünmeye hiç gerek duyulmadan kabul edilmiş ayrıntıları bulunduğu yerden çekip ısıtıp önüme koyuşu hakikaten etkiledi. üstüne düşünerek okumak istediğimden okuyamıyorum belkide. beynim düşünme eylemini gereksiz sayıyor bu ara, 'gör ve kabul et, kabul et ve tekrarla.' modunda.
"cehennem özgürlüktür." bu fikir güzeldi. ama asıl psikoloji ve delilik. delilik ve özgürlük. bunu uzun süredir yazmak istiyordum.

"Biz özgür olmaktan korkuyoruz aslında. Yerleşik düzenin dikte ettiği, herkesin de karşılıklı olarak kabulendiği tutum ve davranış sınırlarının içinde kalmak istiyoruz. bizi nihai bağımsızlığa götürecek olan o adımı atmaya cesaret edemiyor, kendi içimizdeki sese kulak vermek istemiyoruz. Öyle yaptığımız zaman genellikle bize deli deniliyor çünkü. bize deli denmesini istemiyoruz. bize deli denmesinin ve deli muamelesi yapılmasının sonuçlarına katlanacak gücümüz yok.
bu yüzden delilikten anladığımız şeyi iğdiş ediyor, onu küçük ve önemsiz eylemlere indirgiyor ve davranışlarımızın anlamını da abartıyoruz. Örneğin bir memur uçurtma uçurmak istediğinde işe gitmiyor; "Acaba bana deli derler mi?" diye düşünüyor ama. Ya da sonradan " öyle çılgınca bir şey yaptım ki..." diye anlatıyor bu olayı. Deliliği, çılgınlığı öylesine basit eylemlere indirgedik ki, artık rahatça, güven içinde deli olabiliriz. ne yardan geçiyoruz, ne de serden. "Bütün gece uyumadık ve geceyi dinledik, ne çılgınlık değil mi?", "Kocam bütün ışıkları yaktı, bütün pencereleri açtı ve benimle salondaki halının üzerinde sevişti. Amma da deliymişiz. Böyle bir çılgınlığa nasıl boyun eğdiğimi bir düşünsene."
Deli olmaya cesaret edemediğimiz, ama yine de özgürlüğün özlemini çektiğimiz için, deliliği bu son derece basit davranış biçimlerine indirgedik, ama bu eylemler, deliliğin sonsuz ifade biçimlerine haksızlık etmektir."

kelimeler birbirini buldukça şunu düşündüm. başında olduğum şeylerin ileride çok ciddi çalışma ve yetenek isteyeceğini bilmek korkutuyor. yolun başındayken hazır, belkide vazgeçmeliyim diyordum.

delilik.
delilik hayallerinin peşinden koşmak olmamalıydı, koşmamak olmalıydı. delilik övgü olmamalıydı, yergi olmalıydı. kavram karmaşaları, çoğu şeyin olduğunun tam tersi anlam edinmesiyle sonuçlandı. ama sanırım sonuçlandı. kararı verdim en azından.
ve bir teşekkür borçluyum sanırım, 'bana mı?' diye düşüneceğini biliyorum. evet, sana.

16 Kasım 2010 Salı

bizde garlarda çok deli pis işler döndüğünden dolayı fotoğraf çekilmesi yasakmış. nerede yayınlanacağı bilinmezmiş mazallah kirli çamaşırlar ortaya dökülürmüş.
biraz yamuk mu çekmişim ne?..

13 Kasım 2010 Cumartesi

gecenin şarkısı görkemden. hani yolcu ve kamyoncuların takıldığı amerikan barları vardır ya filmlerde, her tarafı toz toprak içinde. mutlaka bir kadın garsonu vardır oraların, bütün şoförleri de tanır o kadın. "öyle bir barda bira içsem, o sırada sen içeri girsen ve müzik kutusuna 1 dolar atıp bu şarkıyı çalsan. ben dans etsem." dedim görkeme. üzerimde yüksek bel kot pantolonum ve göbeğimi açıkta bırakan bol bi gömleğim olsa.
yaşamak istediğim o kadar çok an varki. ama hepsi "an"lar, iki harf kadar kısalar.

thelma & louise'in de etkisi vardı bunda. güzel filmdi. yol filmlerini seviyorum. ve müziklerini. ve yolculukları.

- Sanırım biraz delirdim, ne dersin?
- hayır, sen her zaman deliydin. bu, kendini ifade etmek için eline geçen ilk fırsat.

insan, içindeki ruhu ortaya çıkarmak için hep doğru anı ya da kendisine eşlik edecek birini arıyor. ve arayanın sadece ben olmadığımı biliyorum. canımı sıkan da bu. hepimizin durumu aynıyken hiç kimsenin bir şey yapmaması.

bi dünya diliyorum -çocuğun duası tutar diye-. bir dünya, insanların hayalleri uğruna öldüğü ve bunu gerçekleştirmeye çabalayan korsanların olduğu.
ama o insanların yaşamasını. sadece gerekirse gözlerini karartabilmelerini diliyorum.
son olarak. içimdeki güzel bi yerde güzel müzik dinleyip, bir iki kadeh bir şey içip konuşma gülüşme isteği dayanılmaz boyutlarda. dışarı çıkalım lan.

12 Kasım 2010 Cuma

içimdeki kahve aşkı silinemeyecek kadar derinlere işlemiş ve çay da kraliçeliğini kimselere bırakmamaya kararlı olsada söyleyebilirmki, yasemin çayı mükemmel. hele içine bikaç tane de karanfil atarsan demlenirken, ımm...

üniversite hayatımın tatilden tatile mutlu geri kalan tüm zamanlarda da tatil özlemiyle geçeceği resmileşti sanırım. bıkkınım ve böyle birşey ilk defa başıma geliyor, onunla nasıl baş edilir bilmiyorum. öğrenmedimki ben. ama şuda varki bugün yüzmilyonuncu kez bıkkınlığımı dile getirirken sıkkınlıklar bastı. ben bile dinlemek istemiyorum artık, çekilmez adamlığımı* içime gömüyorum.

eve erken gelip the sixth sense'i seyrettim. finali dışında bi aman amanlığı yoktu. ki finali de öyle 'yareppim!' dedirtecek derecede etkileyici değildi. beklenmedikti sade.

gözlükleri sevdim ama.

9 tane filmim var, tatil boyunca her gün için bir tane. ve iki mekan seçtim kendime, iki günlük. bide hediye verme isteğimden gaz alarak tişört tasarım işini araştırdım bugün biraz. bir iki bir şey buldum bakalım.

mükemmel ingilizce hocamın mükemmel blogundan aldığım tarifi geliştirip mükemmel üstü harikulade bi makarna yaptım. o kadar güzel olduki nasıl becerdim lan dedim kendime.

ve yıllarca filmlerin, öykülerin, hayallerin siyah cadısı olmak insanda kaynayan her kazana bi parça ot serpiştirme huyu kazandırıyor. biraz baharat. biberiye, defne, birazda sarımsak...

*nazım hikmet//

8 Kasım 2010 Pazartesi

film mi daha çok gönlümde yoksa şarkı mı bilmiyorum. genco erkal'dan da olabilir, onunla ilişkimizi sonunda marx'ın dönüşünde geliştireceğiz gerçi. bildiğim tek şey, taa alice'ten bu yana ilk defa sinemaya gidesim olduğu. evet.

yeni tanıştığım insanlara özel bir durum değil bu. yeni olan her şeyi ilk anda çok seviyorum. tanıyana kadar korkunç bir önyargıyla kıvranıyorum, tanıdıktan sonra ilk anda delicesine sevip sonra insanı boyutlara indiriyorum. onu da sevdim.var olan tüm yeni insanları da sevdim. münazarayı da sevdim. ve bugün bir kez daha tescillendi ki ben bir muhalefetim. minik, heyecanlı, gerçekçi argümanlı ama öküz bir muhalefet.

bir de mantıklıyım. yani. ehem. ımm. şey. doğru olanın ne olduğunu biliyorum. biliyoruz. yanlış dualara avuç açmayı bırakmalıyız. desem de inanma, biz saplantılı küçük kadınlarız.

not: aylardan sonra ilk defa uzun uzun kitap okudum ben bugün: mezarlarınıza tüküreceğim.

7 Kasım 2010 Pazar

(bak burda şarkı var dinlesene)
otobüsle ilgili hayallerim vardır, küstüm bilir bunu. bide bilirse belki oğuz bilir. ve bugün ben ilk defa bir otobüste biriyle tanıştım. adını bilmiyorum, telefonunu nelerden hoşlandığını hiçbirini. rengi siyah ama, bir onu biliyorum. birde bir sonraki karşılaşmamızda onu öpeceğimi. söz verdim çünkü.

sercanla hayallerden konuştuk bugün.

- korsan olup tayfamla beraber tüm çocukları güldürmek istiyorum!

hayalin kime ait olduğunu söylemem lüzumsuz herhalde.

arka fonda besame mucho çalarken bir şömine başında sıra bana geldiğinde söylemek isterdim hayalimi. ben dünyayı güzelleştirmek istiyorum. güzel bir dünyada yaşamak değil, olan dünyayı güzelleştirmek. batuhanın yaptığı gibi mesela, bir şeyler değişsin diye uğraşmak.

oğuz, biliyorumki sen burdasın, yanımdasın. hak vermesen bile anlarsın. her şeye rağmen sen benim yarımsın, canımsın. o okulda kendimi yalıtılmış gibi hissediyorum. dünya orası değil, ben dünyayı gördüm. kendimi oraya kapatmak kandırmak değil mi? peki niye onun yerine dünyayı o hale getirmeye çalışmıyoruz? hani o en sevdiğin filmdeki gibi, niye savaşmak yerine bizdeki bize yeter diyoruz? sıkıldım herkesin sadece konuşmasından, hiçbir şey yapmamasından. ki bu aslında bi özeleştiri.

tek başına olsa alfredo da vazgeçer miydi? oda başlamak için kendisiyle aynı hayali taşıyan birilerini aradı. hayallerimi paylaşmaya ihtiyacım var. ve sana uzun uzun yazmaya. kendine bir kahve doldurup okusan ya?

28 Ekim 2010 Perşembe


Joan: Sadece o muydu, yoksa başkaları da var mıydı? Söyle!
Harry: Sadece Amy Pollack. Yalansa Tanrı çarpsın.
Joan: Sen ateistsin Harry!
Harry: Tamam evrende tek başımızayız. Bunun da mı suçlusu benim?

25 Ekim 2010 Pazartesi

depresyonun tanımı kendinden sıkılmakmış, depresyonun kraliçesi olmasa da, saray takımının yakınlarından sayılacak hapçımızın söylediğine göre. kendinden sıkılmak demeyelim ona, birkaç gün başkalarında takılmak istiyorum. onlar da bende takılsınlar, şahsen kötü olduğuna pek inanmadığım bir hayata sahibim. birkaç güncük sadece. olmaz mı?
genel olarak mutluyum ya hani, sanki bu ara aslında mutlu olmamam gerekiyormuş gibi. günü kurtarmak için bir şeylerden kaçıyorum sanki, kaçmak demişken:

"benim en büyük mutluluğum her şeyden kaçmak. her şeyden. tüm çocuklardan. tüm acılardan. tüm sevgilerden. tüm orgazmlardan. tüm gecelerden. tüm günlerden. her hilal aydan, her ülkeden. ben her gece ölüyorum. her sabah yeniden canlanıyorum. her yirmidört saatlik zaman dilimi hem ölüm hem yaşam aynı zamanda..."
Tezer Özlü

dün hazırlandım, evden çıktım, otobüs durağına gidip beklemeye başladım, otobüs gelince de binmedim. vazgeçtim o an. hasta olduğuma dair mesaj atıp eve döndüm. ki haftasonunun tek dışarı çıkması da bu iken. ama yalan söylersen çarpılırsın, ben bugün bunu gördüm. ipekçik arpacık mı oldu diye koşturdum medikoya. 2kutu damla ve 2 kremle mutlu bi beraberliğimiz var artık. "bir gözünü oyduğu fikrine alışmaya başlamıştım. Hatırladığım kadarıyla iki gözü vardı." gülümsedim o an. gülümsemek demişken:

"sokakta giderken, kendi kendime
gulumsedigimin farkina vardigim zaman
beni deli zannedeceklerini dusunup
gulumsuyorum"
Orhan Veli

Aslında bir şeyler söyleyip kaçmak değil derdim. Sadece küçük küçük şeyler var ya hani, diyaloğa dökülürse büyüyecek, monologda kalıp söylenip sonra kapanması lazım ama. büyümemesi. çünkü bu sefer sadece ilk cümlem var, arkasında bir devam yok, başka savunma sözleri saldırılar pençeler yok. doğru olan da bu zaten.
birileri bir yerlerde mutlaka aşk demiştir şu an:

"Aşkın kötü tarafı insanlara verdiği zevki eninde sonunda ödetmesidir. Şu veya bu şekilde... Fakat daima ödersiniz… Hiçbir şey olmasa, bir insanın hayatına lüzumundan fazla girersiniz ki bundan daha korkunç bir şey olamaz."
Ahmet Hamdi Tanpınar

23 Ekim 2010 Cumartesi

hüznü gözlerinin arkasında olan kız dünya üzerinde var olan en güzel şarkılardan biri, evet. ama bugün, beni bir melek öldürdü.

bak dedin, baharı getirdin
gelen bahara lanet ettin
sonra gökyüzüne uçtun
alev alev meleğimle
beni bir melek öldürdü.

geceye karapaks yakışır. herkesten çok.
Fotoğraf çekmek istiyorum, çünkü mutluyum. 18 yaşındaysan çok normal bir durum değil bu aslında. belki mutlu olmanın getirilerini kaldırmanın zorluğundandır, çünkü özellikle yokluğunda anlaşılıyor zorluğu. evet. ama ben mutluyum, ve istiyorum ki insanlar dünyayı benim gözümle görsünler. ona baktıklarında:
Aşırı erkeksi olduğunu değil,
Bunun ona ne kadar yakıştığını görsünler. zira o dünyanın görüp görebileceği en değişik, en güzel kadınlardan biri. tartışma da kabul etmem hiç. Birileri onu benimle aynı yerden görsün. İnsanlar bazı şeyleri benimle aynı gözle göremiyorlar ya, çok acıyorum o zaman. bazı şeyleri taparcasına sevdiğim için mutluyum.

Diye düşündüm hep. Ama dün Jean Mohr girdi hayatıma.Kendisi İsviçreli bir fotoğrafçı. John Berger'le birlikte yazdıkları birkaç kitapları var, bir tanesi de yeni bitirdiğim Anlatmanın Bir Başka Biçimi. Kitapta, Jean Mohr'ın bir çalışması var. Genellikle fotoğraflarının altına hikayeleriyle ilgili notlar düşermiş, ama bir seferinde açıklama görevini başkalarına bırakmaya karar verip arşivinden birkaç fotoğraf seçmiş ve sokaktan geçen hiç tanımadığı insanlara gösterip yorum istemiş.


Aslında iki fotoğraf seçmek istemiştim. ama internette Mohr hakkında da, fotoğrafları hakkında da pek bi bilgi yok maalesef.
Bu fotoğrafın da kalitesi için üzgünüm. Yorumları olabilecek en farklı meslek grupları içinden seçmeye çalıştım.

Bostancı: Bu fotoğraf benim aklıma günümüzde petrol üreten ülkelere ne kadar bağımlı olduğumuzu, onlarla kavgaya tutuşmak yerine birlikte iyi geçinmemiz gerektiğini getiriyor. Şimdi musluğu kapatıyorum, yarın açabilirim. İleri gitmenin bir yolu yok.
Rahip: Eğlenceli! Benim ilk tepkim şöyle: Onun gibi, hiçbir kaygı duymadan uyuyabilmek isterdim. Uyumak bir nevi özgürlük. İkinci tepkim daha bir düşünülüp tartışılmış: Bu borularda ne var - petrol mü, su mu?- Hangi ülke, Hangi nüfus için? Adamın soldaki ağacın üstünde ya da bir evin kapı aralığında uyumasını tercih ederdim. Borulara kafa tutuyor!
Liseli Kız: Bu adam kendini ısıtan bir şeyin üstüne uzanmış. İlk borunun rahat ettirmediğini düşünen biri de gelecek.
Aktris: "Uzun bir yolculukta dinlenme." Burası bir boru hattı mı? Dünyanın ucuna vardınız duygusu. Gidip duruyor, sonra dinleniyorsun. istikametin ne olacağına zaten daha önceden karar verilmiş. Görüntüdeki başka her şey kayboluyor.
Fabrika İşçisi: O borulardan ne akıyor? Su mu yoksa yakıt mı? Adamın uyuma şeklinden iyi bir dinlenmeyi hak ettiği anlaşılıyor.
Gerçek hikaye: Ponai burası, Bombay'ın 30 km uzağı. Şehre su taşıyan su boruları. Oğlan boruların üstünde uyuyakalmış, sebebi serin olmaları.


keşke diğer fotoğrafları koyabilseydim, bulamadım hiçbirini.
ama şöyle bir örnekte vardı misal. bir kız çocuğu. elinde bebeği. kızın yüzü buruşuk, ağzı kocuman açık. Rahibin yorumu:


"Garip bir fotoğraf. Birilerinin, çocukları, dünyanın zalimliklerini görmek zorunda kalmaktan koruması gerekmiyor mu? Gerçekliğin bazı yönleri bu yaştaki çocuklardan saklanmamalı mı? Oyuncak bebeğin gözlerini kapatan elleri orada durmamalı. her şeyi gösterebilmeli, hepsi görülebilmeli. "


Gerçek hikaye: İngiltere, kırsal bir bölge. Küçük kız oyuncak bebeğiyle oynuyordu. Bazen tatlı tatlı, bazen haşin hareketlerle. bir an da bebeğini yemek istermiş gibi bir hareket yapmıştı.




Evet. İlginçti, güzeldi kitap. Açıkçası John Berger kısmı bana ağır geldi, ama Mohr kallavi adamdı.

17 Ekim 2010 Pazar

günlerdir süren saçma salak ruh hali, cilve, saatlerce gülme, suskunlaşma birden, yeni insanlar tanıyıp eğlenmeye başlama, eskilere özlemin doruklara çıkması. dakikalarca göz makyajıyla uğraşıp arkasından gözlerin oyulana kadar ağlama. ortadaki kararın doğru ve ortak bir karar olduğunu bilmek o doğrunun sertliğini yumuşatamıyor.
ağlamak nereden gelir? yani insanın psikolojisi bozukken niye acısını gözlerinden çıkarır, bunu bir doktor civanıma sormalıyım. şarkı söylemek sonra, hayatında hiç söylememişken. "meyan", o şarkının meyan perdesine ilk defa çıkabildim ama önemli değil, söyleme nedeni peste kaldı çünkü, bu kızı yeniden büyütmeliyim.

zarlar düşeş gelseydi her şey çok farklı olabilirdi, olmadı.

30 Eylül 2010 Perşembe

kızgınım.
hemde bu sefer o kadar kızgınım ki kendimden gayrı kimseleri yakamıyorum, kendime dönük kızgınlığım. o kadarki bugün "gıvruşuuuum" nidasıyla tam sarılacakken durup "ama sen iyi değilsin" diyen bir küstüm bile yoktu. sen bile fark etmediysen, ortada ciddi bi sinir harabı vardır.
şu anda, bu kızgınlığı eritebilecek, bir şeylere ilgi duymamı sağlayabilecek, elimi tutmasına izin vereceğim tek biri var. küstüm değil, o"nlar da değil. omzuna yaslansam uyuyacağımı bilsem de, kırmızı, sen bile değilsin.
önümüzdeki 22 saat hızla geçse de fazlı hocaya gelse sıra bi, çünkü kabul etmenin sorumluluğunu kaldırmak istemesem de ömrümü o objektifin arkasında geçirmek isterim ben bi.


fotoğrafta yazılara yer vermek gerçek bir cesaret işiymiş. suits topcoats 9. evet en dikkat çeken sensin doğru, ama cesaretin yanında gözde varsa niye olmasın?

bu kadın, new york fotoğrafçısı olarak tanınırmış. new york hayranı! el salla!

24 Eylül 2010 Cuma

çocuk.

17 Eylül 2010 Cuma

annenin alıştırmak amaçlı götürdüğü sanayide malzemenin üstündeki naylon koruyucunun baloncuklarını patlatarak eğlenmek.
malzeme mühendisi?!

13 Eylül 2010 Pazartesi

kavga etmek yerine susmam, sadece ilk cümlesizlikten kaynaklanıyor.oysa sorsan ve kavga etsek bitecek. sakinsem, bir şeylerin tamamen bittiğini düşündüğümdendir ve bunu söylemiyorsam bitişin ağırlığını sırtlanmak istemiyorum. mutlu değilsem, adını koyamadığımız ayrılığı geride bırakamadığımdan, taşımak zorunda kaldığımdandır. oysa sorsan, sakin davranmak yerine kavga edeceğiz ve o sırada birbirimize ne kadar ihtiyacımız olduğunu farkedeceğiz. sorsan belki, sen de belirsizliğimden kurtulacaksın. sor be adam!

11 Eylül 2010 Cumartesi


can sıkıntısının dibine vurmuşken bari işe yarar bir şeyler yapayım diye kitaplığı düzenledim; bulduğum, unuttuğum o eski kitap; kanat güner'in eroin güncesi. 13 yaşındaydım onu okuduğum zaman.

Her şeyden önce çizdiği kadın profiliydi beni etkileyen. aslında hepimiz öyleyiz; bu yüzden yalnızız ya... Kadın, kendini cinsiyetsiz düşünür, 3. bir cinsiyetmiş gibi. dışarıdan bi yerlerden bakar; gözüne erkek güçlü, kalan kadınlar da ezilmiş-daha doğrusu ezik- görünür. bundandır küçümsenmemizde; önce biz küçümsüyoruz kendimizi. daha doğrusu kadınları, kendimizi değil . kadın kadını sevmez hiç, dile getirmez sade. ama o bunu dile getirmiş. gerçi her iki cinse de ayırmadan nefretini kusuyor ama satır araları kadın olmanın utancıyla bağırıyor yinede.

evet 13 yaşındaydım onu okuduğum zaman, o zaman daha çok etkilenmiştim bu doğru. bunun nedeni belki de sonuna inanmamdı. sonu yine aynı gerçi. bir yıl daha geç sade. kanat güner, 17 yaşında cerrahpaşa tıp fakültesini kazanıp istanbul'a gelmiş gelince de tokat üstüne tokat yemiş ve 28 yaşında da yüksek dozdan bir tuvalette ölü bulunmuş. Ailesi hayata tutunabilsin diye yazsın istemişler, belki yazarsa içindeki nefret biter diye.

"Hepimiz görünürde iyi aile çocuklarıydık ama gerçekte bizi çıkmaza sokan bu iyi ailelerimizdi. toplum normlarına uygun çocuk yetiştirmeyi reddedip, bize bazı özgürlükler tanımışlardı. biz ise bu özgürlükleri toplumda kullanamıyor, düşündükçe kendimizi farklı hissediyorduk."

sorunun nedeni bu. toplumun üstünde aile. bir arkadaş anlatmıştı. ailesi nerede bilmiyorum ama üniversite için geldi, yalnız yaşıyor ankarada. evine sevgilisi çok girip çıkmaya başlayınca ev sahibi ailesine haber vermiş, babası ev sahibine kızmış 'sana ne benim evime giren çıkandan' diye. evet güvenen, kızını özgür bırakan bir babası var, şanslı bu konuda. 'şanslısın' deyince 'o kadar da değil' demişti. sonuç olarak artık evine girene çıkana çok dikkat ediyor, elalem ne der kaygısında. elalem ne der? elaleme ne demesi çok kolay geliyor kulağa ama denilmiyor işte. ne yaparsan yap sen o toplumdan ayrı düşünemiyorsun kendini. hele bir de kadınsan orospuluktan bir farkı yok özgürlüğünün.

onun derdi de özellikle buydu bence. sevgisizlikten önce, terk edememek. allah kahretsinki, terk edememek.

"Küçükken, aslında bir prenses olduğumu, kral babamın iyi yetişmem için bana kocaman bir oyun oynadığını, çevremdeki herkesin oyuncu, her şeyin dekor olduğunu, sıradan bir insan gibi yetişirsem daha akıllı bir prenses olacağımı düşündükleri için bu saçma sapan şeyleri bana yaşattıklarını hayal ederdim. Değilmiş, hala kimse gelip beni sarayıma götürmedi."

evet, küçükken sonundan etkilenmiştim. şimdi ise ortasından. kendisinden; kurtulmak istediği zekasından, güzelliğinden, incecik bilincinden.

"Hayal kurmak, çamaşır suyu içmek kadar zor!"

1 Eylül 2010 Çarşamba

B.'nin 1 eylülde günlüğüne yazdığını, tamda bugün okumam tesadüftü sadece.


"Eylül. 1
Plajda uzanmış konuşuyorduk. Ona en sevdiği ressamı sordum.
- Van Gogh, dedi.
- Neden?
- Kulağını kesebilmiş; sol kulağını. Bunu yapan ilk adam o.
Sustu. Az sonra değişik bir sesle,
- Ama o bile eksik adamdı. Tımarhanedeyken yaptığı kendi portresinde insanlara yüzünün kulaksız yönünü gösteremedi. Tam adam yok!"
Tek istediğim tatil bitmeden yaz bitmeden bir kez daha o denize girebilmekti. Ve tabi 35 numara eşantiyon boy ayaklarımın kumlarda gezinmekten yanması.

26 Ağustos 2010 Perşembe

karpuz olduğum konusundaki düşüncem değişmese de, en azından içimin geçtiği yönündeki katı inancım yumuşadı biraz bugün. küstüm, sana teşekkür etmeliyim öncelikle ve yarın o küçük, 2-3 kiloluk karpuzlardan almalıyız belki de ikimizin hatırına.
bütün gün bilgisayar başında ama son bir aydır bu koltukta oturduğum tüm anların toplamından daha dolu dolu.

odtüye başlayınca,
İlk çalınacak kapı amatör fotoğrafçılık olacak. sonra aylar öncesinden söz verdiği gibi gülayça elimden tutup tin tin tangoya yazdıracak beni. hatunum! 3. sırada ani çıkışıyla beraber müzikal topluluğu. ozan sağolsun! sosyalist düşünce topluluğu, her ne kadar sitesi bir türlü açılamasa da. site konusunda ondan daha boktan olsan da kitap topluluğu, yerim seni! edebiyat; acilen açılman gerekiyor şekerim. sinema topluluğu, seni nerelere koysam bilemedim. son olarak ta şu var. Ona bakılsın istedim neden bilmiyorum.

akordeonun klavye kısmı harikulade gitsede, bass kısmına da gereken özen gösterilmeli sanki.

günün kazancı; yekta kopan!

"Ankara'da bir parkta kitap okuyor olsam ve sen sessizce yanaşıp "yine deniz kokusu getirdim sana," desen. ben denizi sadece öyle sevsem"

Her şeye önyargılı yaklaşan bünyem, bir anda kabullendi onu. her zaman varmışçasına.

Bu fotoğraf, 1969 yılında Henri Cartier-Bresson tarafından Paris'in Diderot Bulvarı adlı caddesinde çekilmiş. Okuduğuma göre zamanla ideolojik bir anlam kazanmış ve bu öpüşme 68 kuşağının simgesi haline gelmiş.
"mutlu aşk yoktur" tadındaki tüm cümlelerimi toplayıp çöpe attım, açılan yere yığınla aptal gülümseme ve düşünememezlik tıkıştırdım. mutlu aşk var evet, cıvıldayan bir ses tonu yalan değil. Hele dünyaya umarsız birilerini daha görünce insan, mutlu oluyor.

Demiş ki EmreKaracaoğlu bu fotoğraf hakkında;
"...Aşk artık kan ve gözyaşı ile yoğurulan bir imge olmaktan çıkmıştır. İnsanlar onu yaşamak istiyorlar. Hayatın bir "olanaksız"ı saymaktan yana değiller aşkı. Diderot Bulvarı'nda öpüşen o çiftin aklından geçenler de, sanırım, buydu...."

Henri Cartier-Bresson 2004'te hayata gözlerini yummuş bu arada.


günün şarkısı da sen olmalısın, just like a woman. ve küstüm, bu kısım da sana; dinledin mi bilmiyorum ama charlotte da söylüyor bunu.

bir an önce eylül gelmeli, despicable me seyredilmeli.

"to take over the world
you need an army
of ruthless
menacing
minions!"

gördüğüm her şapşal yaratığa aşık olmaktan bıktım mı, hayır. seni bir ömür seyredip her seferinde gülüşünü taklit ederim ben, söz

16 Ağustos 2010 Pazartesi

sorun şu ki ben oblomov'u özledim. tutunamayanlar'ı, onca yoksulluk varken'i, toza sor'u,kedi mektupları'nı.sonra arizona dream'i , persona'yı, big fish'i, the fall'ı...
değişimden niye bu kadar çekiniyorsun diyor. aynı insanlarla aynı ortama gidiyorsun. odtü bi yenilik değil. aynı mekanlara gidiyorsun. sırf 3 yıl önceki bir olay yüzünden uykusuzu bile denemiyorsun. tek bir adama aşık oldun vazgeçemedin. tek bir memlekete bağlandın dışarıda ne var düşünmüyorsun bile. kaçırdığın hayatların yükünü taşımamak için hiç düşünmüyorsun.
insanlar büyüdükçe hayalleri küçülür mü baba?

14 Ağustos 2010 Cumartesi

noktadan sonra gelen "ve", şahıdır ve'lerin.

13 Ağustos 2010 Cuma

zaman geçsin diye seyredilen gossip girl, yapılan dedikodu. heyecanın doruğa doğru koştura koştura ulaşması ve bir anda son! beklenen final.
gitmeye uğraşılan ve bir türlü gidilemeyen sinema. ve, ya koparsak korkusu dile getirilemeyen. 4 yıl yanı başımda olduktan sonra tamamen çekip gidersen çocuk; tanıdık yüzler, ortak mekanlar hızla eriyip yok olursa. ve konuştuğumuz konular azalacak git gide, kopmayı beceremeyeceğiz, direneceğiz biliyorum. ama o ip gözümüzün önünde git gide incelirken... ve sen bilirsinki benim tahammülüm yoktur kavgalara. ya git dersem sana? gider misin cidden? korkuyorum.

kıvruşuk kahkahalar sonra. aşırı cilveli uyanıştan kafası güzel halim ve beni idare etmeye çalışan bir fidan.

- güneş! bu biir daire. peki başka neler dairedir?
- top bi dairedir. aydede bi dairedir.bardak altlığı dairedir!
- uçan ayı!

hep benle 5 yaşıma dönecek misin? hep oynayacak mısın benle hatun...

"kağnım aç. haydi tiger bal bulalım! boing boing boing."

sensiz gidilen odtü olmaz olsun.

ve bir babanın bölümü sevdirmek için ettiği her lakırdının bölüme olan azıcık sevgiyi de hızla yok etmekten başka bir işe yaramaması.

"bak şimdi, insanı hayvandan ayıran en önemli özelliği ne? alet kullanabilmesi. ilk insanların kullandığı ilk alet neydi? hayvanlara atılan taş! onunda yumuşağı vardır, ağırı vardır şu vardır bu vardır..........lan nerden girdim ben bu konuya? hah ilk mühendislerde metalurjici sözün özü."

ama şu güzel:
"bak benimde bir arkadaşım vardı. ingilizcede aynı kurda başladık zor dedi alt kura indi. makineye beraber başladık zor siyasetle uğraşacağım ben dedi metalurjiye geçiş yaptı. sende siyasetle uğraş. eylemlere giderken saçına çiçek takarsın hep çiçekli devrimci derler sana. ben sana çiçek de alırım,söz." seviyorum babam seni.

ve anlaşılacağı üzere de odtü metalurji. beklemekte beni.
ama sen beni bırakma olur mu çocuk?.. belli etmesem de beceremem sensiz.

10 Ağustos 2010 Salı






daha güzel yerleştirmeyi beceremedim, olsun.çavlan olmasa çok daha da kötüydü halim.bikaç hafta önce keşfettiğim rooze; daha sadece 23 yaşında ve insanın kıskançlıkla tapınma arasında gidip gelmesine neden olacak kadar yetenekli kız. meraklı kız. güzel kız. ve sevgili küstüm, aslını istersen sırf sen göresin diye.

"No words, no thoughts, just be.

Mirjan."

http://mirjanrooze.com/