9 Aralık 2016 Cuma


Şu an gelecekte,
Şu an geçmişte,
Geçmişte gelecekte
Ve gelecekte geçmişte olana.

Hepsine selam olsun.

6 Kasım 2016 Pazar



Bazen sadece ilk cümle oluyor ve gerisi ona sarıla sarılaaa sarmalana devam ediyor. Birbirinin ardına değil de sırtına eklendiği için ayrılması çok daha zor; çünkü, bilirsiniz, "kaşık pozisyonu" pozisyonların en huzurlusudur. Birbirine dolanan ve birbirine dolanmayacak olsa neye yarayanların hepsini içerir.

Bu yüzden ilk cümle önemli: bu cümlenin hayalini kuruyorum. O hayalde de "üstüne ekliyorum" sözcükleri geçiyor. Su gibi düşünmeli, bir suyun üstüne başka bir su eklediğinde elde ettiğin yine tek bir sudur. Böyle bir matematiği ancak romantikler kurar, fizikçiler bozar. Zaten fizik de uzun süre yaptıklarını anlayıp neden yaptıklarını anlamadıklarım olarak yaftalanmadı mı?

Bir cümle kuruyorum; o cümle, iki vuruşla kalbi titretmeyi sağlayan şarkıyı betimliyor. Anladınız mı hangisinden bahsettiğimi? Dünya mı o iki notadan ibaret oluyor, yoksa sen mi dünya oluyorsun? Dünyaya da ne oluyor, yerinde duruyor ama sanki gökyüzü genişliyor.

İlk cümleyi kuramıyorum.

1 Eylül 2016 Perşembe

31/08/16
Baştan

Bir haftadır canhıraş, adı "İki Cenaze Bir Ah!" yahut "Bir Cenaze Bir Ah! Bir Cenaze" olan bir yazıyla uğraşıyorum. Yazıp yazıp başlık belirleyemediklerime inat, başlığın ötesinde hiçbir kelime yerini bulamadı. Nefret kustum 3 sayfa, öfke kustum, sonra başkaldırı. Tutunmaya çalıştım sivri duygulara hep. Ama daha ilk kuralda toslamıştım: sivri tutulmaz, sivri tutulmamak için sivrilendir.

Letonya'da 6 günlük dünya güzeli oda arkadaşıma uzun uzun mektup yazdım. Bunları neden anlattığımı bilmediğimi söyledim sonra. "Bazen terk edilmiş bir evin duvarında bir delik kazar ve hikayeni ona anlatırsın.". Kimse duymasa da ses çıkmıştır. Kendini kandırmak da diyebiliriz adına. Bir şeyler yapmak, üzerine düşeni yapmakmış gibi davranabiliriz. 

Sevgili blog, sanki üzerime düşen her şeyi silkeleyip atıyorum bu ara. Mutlu olmak adına. Bir yandan sivrilenler bana batmasın diye kaçıp, bir yandan özlediğim o en güçlü duyguların peşlerine düşüyorum.

Ki çember kavramı bana hiçbir zaman iyi şeyler çağrıştırmadı.

3 Mayıs 2016 Salı

neredeysebiryıldırgörmemiştimyüzünücanlıcanlıhattaunutmuşumgörüncefarkettim
gülünceağzıçizgiyedönüşüyordudakkenarlarıkulaklarınadoğruuzandıkçaaradakimesafekırışmıyordakatlanıyorsankiçokgarip
onugörüncegeceuykututmadıveoturupyeridaralankızınhikayesiniyazmayabaşladım.


yeri daralan kızın hikayesi.


Kızın çok mutlu olduğu, hikayemizin de başına denk düşen o kadim zamanlarda; öylesine geniş bir gülümsemeymiş ki ortadaki, sadece onun sığması için bile hektar hektar bir alana ihtiyaç duyuyor olmalı. “Dünya benim” dermiş o günlerde. “İnanmazsın, dünya benim!”
Derken günün birinde gittiği bir şehirde çöreklenmiş, karanlık, topak topak, tanımsız bir şey görmüş; anlayabilse ne olduğunu, belki korkmazdı o kadar. sadece burnuna gelen kokunun hem yapış yapış, hem de sivri olan yakıcılığından hoşlanmamış ve bu şehirden kaçma ihtiyacı duymuş.

Ancak meğer topak topak olan salgınmış.
Başka şehirlere sıçramış. Kız günden güne haritanın üzerinde şehirlere kırmızı çarpı işareti koymaya başlamış; içindeyse tek bir histeri: “Tanrım buraya gelmesin n'olur.”.

Derken bir gün tanımsız olan kızın şehrine de sıçrıyor; önce en sevdiği yerlere, sonra okuluna, sonra mahallesine. Kız evinden çıkamaz oluyor. Günden güne daha çok alışıyor evinin güvenliğine, pencereden -perdeleri görünmeyeceği şekilde ayarlayıp- dünyayı seyrediyor.
Odasından çıkmıyor.
Bir sabah uyanıp da gerinmek için kollarını açtığında kolları ona çarpıyor.
Yatağından çıkamıyor.
Boyu kısa, bir süre daha idare edebiliyor bu yüzden.
Sonra ayaklarını toplamak zorunda kalıyor ama.
Ayağa kalkmak.
Kollarını açamıyor sonra.
Şey üstüne üstüne geliyor.
Yeri gittikçe daralıyor.
Şey sıkıştırmaya başlıyor.
Karnını içine çekiyor.
Yavaş yavaş incelmeye başlıyor yeri daralan kız.
Sonra daha da inceliyor.
İnceliyor.
İnceliyor.

Ancak bir elmayı sonsuza dek ikiye bölerek asla yok edemeyeceğiniz gibi,
Yeri daralan kız da hiç yok olmuyor.





Dün gece çok zorlandım.

Bir daha bu kadar zorlanmayayım diye kendimi hazırlamıştım oysa.
Ensemde bir hayaletin (evet! hayaletin!) soğuk, kokan nefesiyle yaşıyorum uzunca süredir. Kendisini hiç görmesem de gölgesi hep önüme düşüyor.
Ki hayalet hiç var olmamıştı belki. Yine de ben sürekli gölge sandığımın üzerinde tepinip onu yok etmeye çalışmaktan kendimi alamadım.
Artık yoruldum demek, peşini bırakmak istiyorum anlayacağın sevgili blog.
Artık hayaletleri istemiyorum.

1 Nisan 2016 Cuma

Peki şarkıları n'apalım, götümüze mi sokalım?



'Einmal ist keinmal' diyor Tomas kendi kendine. Belki “Bir kereden bir şey olmaz.” şeklinde basitçe, “İlk elin günahı olmaz.” diyerek sevimlice çevirebilirlerdi özdeyişi. Ancak yeri, adam sendeciliğin hiç mi hiç yeri değil.

Nietzsche'nin bengi dönüş kavramının yetkinliği, Kundera'nın ne kadarını damıttığı, Tomas'a ise damıtılanın ne derece giydirildiği tartışılabilir elbet; ama bu üç kafanın bir araya gelip ortaya çıkardığı şey, bir kere yaşananın aslında hiç yaşanmamış sayıldığı. Deneylerin tekrarlanıp durduğu laboratuvarların aksine yaşadığımız her şey sonsuz ihtimalin arasından seçilmiş tek bir şey ve geriye dönüp diğer ihtimalleri deneyemeyeceğimizden doğruluğu yahut yanlışlığı üzerine tartışamayız. Sonra oturuyor ve hafiflikle ağırlık üzerine kafa yoruyor bu üç adam. 'Einmal ist keinmal'ın hafifliği vurgulayan örüntüsüyle bu düşüncenin akla sadece ağırlığın ardından gelmesi pek çelişkili. Öhöm, varolmanın çelişkisi diyebiliriz belki de.

(dilim dolanıyor, hoşlanmıyorum.)

Ama bir yandan da geçmiş dönüldüğü her keresinde görkemini ve yoğunluğunu kaybediyor olmalı. Bunu da bir kenara not etmeli. Şu anda bile içinin boşaldığını hissediyorum bir şeylerin, gerçi içinin boşalması iyi mi kötü mü onu da tahayyül edemiyorum.

Bu arada şarkıları, filmleri, tanışılanları görmezden geliyorum. Yaşanan nasıl bir şeyse artık, kendisi karşılığında kalan her şeyden vazgeçmeyi gerektiriyor. Bütün günlerim internetsiz, son bir yılımı süslemiş makinesiz, sadece bayat filmler ve hatırlama uğraşlarıyla geçecek. Kafamda mecazi olarak "Bir sabah uyandım." şeklinde başlayan bir cümle ve gerçek olarak da belime uzanan saçlarla. 

Ve sanırım hiçbir şeyden bu kadar korkmamıştım hayatta. 

7 Mart 2016 Pazartesi

(Bu yazı, Gözde Mimiko Türkkan'ın 25.12.2015-23.01.2016 tarihleri arasında The Empire Project'te gerçekleşen 4. kişisel sergisi "Wish Tree"nin kataloğu için yazıldı.
Gözde'nin harika işleri tam da bu linkte. 
Çeviri: Kerimcan Güleryüz)



Mathieu Kassovitz, görkemli filmi La Haine'in açılış sahnesinde karakterlerden birini konuşturur: “50 katlı bir binadan düşen bir adamın hikayesi bu. Adam, düşüş esnasında kendini rahatlatmak için sürekli şöyle diyormuş: 'Buraya kadar her şey yolunda, buraya kadar her şey yolunda.’ Oysa, önemli olan yere düşüş değil, yere çarpıştır.”. Kanıksamaların, önünden geçip gitmelerin, “adam sen de”ciliğin, önemsememelerin 25 saniyelik bir konuşmaya sıkıştırılıp, hap niyetine önünüze konmasıdır bu sahne. Fransızca bilmeseniz dahi anlamını öğreneceğiniz ve ara sıra kulaklarınızda çınlayacak kalıbı öğretir: “Jusqu'ici tout va bien” (buraya kadar her şey yolunda). Dürten ve uyandıran ve bunca zamandır uyumanızla yüzleştirerek utandıran...

Nicedir Gözde Mimiko Türkkan'ın çalışmalarını da “dürtme” ve “yüzleştirme” sözcüklerinden ayrı düşünemediğimin ayırdına varıyorum. Bu da aslında çalışmalarının, nehirler misali, yer kürenin iniş çıkışlarıyla farklı kollara ayrılsa da hep ortak bir kaynaktan çıktığını ispatlıyor.

Kendisinden önce çalışmalarıyla tanıştığım, ne zaman “acaba nasıl biridir” diye düşünsem sürekli çevresine bakınan, meraklı, hatta kimi zaman bu huyuyla kedileri öldüren, güçlü ve zaman zaman iğneleriyle en yakınındakileri dahi rahatsız edebilen bir kişilik biçtiğim Gözde Türkkan, tanıştığımda bütün bu biçmelerin doğruluğunu suratıma vurdu. Bu derece naif, tatlı bir insanın içinde bunca kavgayı taşıyabilmesine, Kassovitz'in 25 saniyede özetlediği şeyi dert edinip bütün ömrüne yedirebilmesine ise hayret doğrusu.

Çalışmalarında genellikle toplumsal cinsiyet ve beden politikalarından yola çıkan Gözde Türkkan, iğnelerini yanında taşımayı ise hiçbir zaman bırakmayandır. Bu iğnelerini 2008 yılında ürettiği I was looking to see if you were looking back at me to see me looking back at you (Baktım Sana Dönüp Baktığımda Baktın Mı Bana) çalışmasında öncelikle kendisine saplayarak bakışı (kendisininki de dahil olmak üzere) kendi bedeni üzerinden sorgularken, sonraki yıllarda Pay Here (2010) ile birlikte bu sorgusunu dışarıya çeviriyor. Bu bağlamda yönteminin hep aynı olduğunu hissediyorum: Bakanı artık kanıksadığı ve bu yüzden önemsemeden önünden geçip gittiği ufak ayrıntılarla yüzleştirmek. Sürekli uyanık kalan, bu nedenle yanındakinin uyumasına da bozulan bir ruh hali.

Bu ruh halini, yeni sergisi Wish Tree (Dilek Ağacı)'de ise başka bir konuya yöneltiyor. Çalışma, seyirciyi farklı ülkelerden kültürler, adetler, inançlar ve duruşlarla yüzleştirirken gündelik hayatta basit işaretleriyle sürekli karşılaştığımız ötekileştirme ve uzak tutma halini sorgulatıyor. Her ne kadar önyargılı, ırkçı, zenofobik yılları atlatmış olsak da, benzeri bir yabancıyı işaretleme durumunu gündelik hayatımızın basit eylemlerinde sıklıkla görüyoruz hala. Sarışını aptal, Türk'ü barbar, Japon'u cinsel sapkın görmek ve daha niceleri... Gözde Türkkan ise Wish Tree’de farklı kültürlerin ayrışma değil, birleşme haline odaklanıyor. Eylemler ya da eylemlerin gerektirdiği ritüeller kimi zaman tanıdık olmasa da bir bakış, bir gülümseme, bir not gibi evrensel kodlarla bu yabancılık kırılıyor. Wish Tree, seyircinin kendi güvenli kabuğunu kırarak tanınmayana karşı yarattığı ötekileştirme halini sorgulamasını sağlıyor. Bu yönüyle Gözde Türkkan'ın en optimistik çalışması da denebilir.

Maurice Blanchot, İtiraf Edilemeyen Cemaat kitabında eksiklik ilkesinden bahseder. Her varlığın temelinde bir yetersizlik ilkesi olduğu ve yetersizlik bilincinin gerçekleşmek için bir ötekine ihtiyaç duyuşu üzerinedir bu ilke. Bu derecede globalleşmiş ve şeffaflaşmış bir düzende, son derece insani bir duygu olan ait olma ihtiyacını gideremeyen ve bunu kendi yetersizliğiyle ilişkilendiren birey, kendini toplumun kabul edeceği bir forma sokmaya çalışır. Sergide yer alan diğer bir çalışma Now You See Me (İşte Şimdi Gördün Beni) ise bu konuya odaklanarak bireyin ortak paydaların huzurlu çatısına dahil olabilmek ve bunun üzerinden kendi varlığını yeniden üretebilmek adına yaptıklarını sorguluyor. Türkkan'ın beden politikaları üzerinden şekillenen diğer çalışmalarını düşününce bu çalışma, fazlasıyla tanıdık aslında. Amatör ya da amatör görünümlü porno videoları, bu filmlerin oyuncu seçmeleri ve “camgirl” görüntülerinin yeniden canlandırıldığı görseller, birçoğu yeni bir ortama girmiş ve bu ortama arzulanabilirliğiyle tutunmaya çalışan genç kadınları betimliyor. İnsan olarak değerimizin bir başkası tarafından ne derecede kabul edildiğimize bağlı olduğundan bahseden Lacan'a da selam gönderen Gözde Türkkan, kişinin bir başkası tarafından arzu yoluyla kabul edilme ihtiyacına odaklanıyor. Hala devam eden bu çalışmada model olarak kendisini kullanması ise son derece Türkkanvari.

Bütün bu çalışmalara, suların vardığı değil de kaynağını aldığı noktadan bakmaya başlamalı. Çünkü tam da o anda, Gözde Türkkan'ın tüm külliyatının nasıl da birbirine eklendiği, birbirini tamamladığı ve güçlendirdiği bir kez daha fark ediliyor. Sergide geçmiş projelerinden yahut gelecek projesi La Comédie Humaine (İnsanlık Komedyası)'den hangi izlerle karşılaşacağımız da ayrı bir merak unsuru.

Wish Tree, Gözde Türkkan'ın önceki projelerinde de olduğu gibi seyirciye net bir mesaj vermek yerine sadece onu uyandırmayı hedefliyor. Uyandıktan sonra çalışmadan çıkaracakları ise tamamen seyirciye bırakılmış, ancak tek bir mesajı çok net veren: “Jusqu'ici tout ne va pas bien” (buraya kadar her şey yolunda değil). Bir şeyler o kadar da yolunda değil...

Mathieu Kassovitz’s film “Le Heine” opens with a voice-over, “This is the story of a man falling from a 50-storey building. To keep his calm, during fall he repeats to himself: “So far, everything's fine, so far everything's fine." However, it isn’t the fall that’s important but the imminent impact.”. In essence this scene, is the 25 seconds of condensed dialogue of the disenfranchised, of the fatalistically twisted, of the ignored and dispossessed. Even if you don’t know French it is almost assured to be a quickly learned mantra "Jusqu'ic tout va bien" (So far, so good). Poking and prodding you awake to shame you for having slept through it all.

For quite some time I have come to the realization that I cannot consider Gözde Mimiko Türkkan’s work without thinking of the words “Prodding” and “Confrontation” . That her work akin to a river being divided in to different branches by the ups and downs of the planet always springs forth from a common source. I met her work before I met her, wondering what sort of person she was, I imagined someone in a constant state of observation, someone consumed by a level of ‘curiosity of the cat killing kind’, someone strong , some one who’s innate quest took its toll on those closest to her. The reality of her was all that I had imagined and maybe even more. How someone so sweet, so beautifully naïve, carry such could conflict inside of her, how could she take everything that Kassovits summarizes in those fatal 25 seconds and internalize through her life?

While usually her work is focused on the topics of issues of gender and body politics, she seldom makes that journey unarmed; her needles and pointy objects are always with her. In her 2008 work “I was looking to see if you were looking back at me to see me looking back at you” there is almost a level of self-harm where that piercing gaze and curiosity is internalized, and the quest takes place on and through her own body. In her subsequent series “Pay Here” (2010) the quest takes on an externalized approach, the focus turning, shifting outwards. In this context I think she always stays true to that methodology, to confront the observer with the details that they have become inured to; an insomniac disturbing the sleeping patterns of those around her.

In her new body of work Wish Tree this state of being travels to a new destination. The series juxtaposes the essence of the “other”, both in terms of nationality, culture, beliefs; confronting the audience with the mundanity of daily life where this state causes alienation and a sort of dismissal. However much we may have gone forward from a time of heightened biasedness, racism and xenophobia we still have not moved forward from the need to mark and or separate ourselves from the “foreigner”; The blond is dumb, the Turk a barbarian, the Japanese are all perverts, etc etc. In Wish Tree, Gözde Türkkan doesn’t divide but brings together these different states of being. While the actions or the rituals which are a part of the actions may not be familiar, this state of the other is broken by universal codes such as a glance, a smile, or even a simple note. Wish Tree allows the audience to question and the opportunity break its shell and hence maybe create her most optimistic series to date.

Maurice Blanchot, in his book ‘The Unavowable Community’ speaks of these shortcomings; that each entity has a policy on the basis of personal incompetence and failure and hence has need of the ‘other’ to externalize and address this state. In this highly globalized and transparent order, the very human need for a sense of belonging and their inability to associate it with individuality tries to put itself in a form acceptable to the community.

The other body of work showcased in the exhibit - Now You See Me – focuses and questions the individual’s desire to bask in the warm glow of the lowest common denominator and the actions it takes for acceptance one way or another and to re-construct itself to fit that mold.

Building upon Türkkan’s prior work on the politics of the body, this study in a way is all too familiar. The re-enactment of amateur and amateur-looking porn videos, of the casting couch and "camgirl" images shows us these young women who are trying to get a hold in this new environment through catering to a state of forced desirability. This need for acceptance by the conduit of desire and the related quest of the individual’s measure for self-worth provided by the acceptance one receives from the other is Türkkans’s proverbial tip of the hat to Lacaan. The fact that the model in question in this ongoing series, is the artist herself, is trully Türkkan-esk.

One should examine these works not with how much the water has seeped in to the nooks and crannies but to the source of the water itself. It is precisely because at that moment, that we realize how her whole body of work until now complement and strengthens each other. One is curious to see what traces one will find from her upcoming project “La Comédie Humaine” and her previous series in this her latest work.

In Wish Tree, as in her previous project, Türkkan rather than giving a clear message to the audience aims to shake them out of their stupor. What they may realize once roused, is up to the audience, but one thing is very clear that: "Jusqu'ic ne va pas tout bien" (So far, not so good) . Somethings are not right at all...

18 Şubat 2016 Perşembe

Sen onu içinde oturanbirboğa sanıyorsun bazen.

Oysa ne ayakları var bu senin dediğinin ne kıçı

24 Ocak 2016 Pazar

15.01.16
Bugünü unutma.
Ben unutmayacağım.


3 Ocak 2016 Pazar

Önce Birhan "As I Sat Sadly by Her Side" dedi, sonra ben sözlerine bakarken "Rüya gördürme yeteneği olan Nick Cave şarkısı" yorumuna denk geldim. Şimdilik tesadüflerin yoğunluğuyla dehşetin yoğunluğu eş orantılı seyrediyor.

Meseleyi anlamanı sağlayacak bir önceki ve bir sonraki cümleleri yırtıp yakıp tek cümlede dımdızlak bırakıyor seni. Anlayıp anlamaman umrunda değil (bazen küfür cümleyi şahlandırır; ya da cümlemizi.). Üstelik sonrasında suratına pişkin pişkin bakıp “Kurduğun sözde göz göz boşluklar var” diyor. Lan ağzından çıkanı kulağın duysun kadın! 
Bazen suratına çakmak istiyorum ya da suratıma. Öyle yoğun enerjisi.

İki gün önce rüyamda birini gördüm ve görmemle rüyada olduğumu anladım, çok garipti. Bilinçaltı yahut otokontrol, ne demeli bilmiyorum. Başka türlü görmenin mümkün olmadığı -fiziksel değil ama, son derece ruhanidir imkansızlıklar- artık öyle gülümseyemeyen ve öylesine güzel bakamayan bir garip karnabahardı. Yazlık elbiseler giymiştim ben öncesinde; çiçekli, tiril tiril. Tanışmalar olacaktı bakışın arifesinde, yuvarlansın diye rakılar kutlansın diye sofralar hazırlanmıştı. Sonra yatakta bir döndüm, karşımdaydı. Ben hayatımda hiç böyle bir şey yaşamadım.

Minicik ellerim var ve minicik ayaklarım, sonra boyum ve göğüslerim ve burnum ve parmaklarım ve tırnaklarım. Birhan'sa tırnaklarını uzatıyor hep. Hem de gerçekten yırtabilmek adına. Benim için tam tersi bu aralar, üstelik tahrik paçalardan akıyor. Ancak boyalar savaşlarda sürülmüyor artık baylar. O boyalarla kendime gelecek çiziyorum ben.  

9 Aralık 2015 Çarşamba

 -sen tehlikeli oyunlar'ı okumuş muydun? 
- okumadım, çok tehlikeliydi, korktum. 


Sevgili Bilge,

Sana bu soruyu soruşum, bıraksan sonsuzluğa uzanabilecekken, ertesi günü dahi göremeyecek günlerden bir diğerinde olmalı. Sen konuştun, güldün, espriler yaptın, aptal aptal sorular sordun; bense hiç konuşmadım. Ağzımı açtığımda çıkacak tek sözcük yoktu.
Evet, aynı şu an.
Ağzım açılmadı. Zira konuşma gerekliliği konuşma ihtiyacından az. Halbuki konuşma ihtiyacı konuşma gerekliliğinden çok fazla. İhtiyaç değil gereklilikti bize ağızları açtıracak olan. Bundan ötürüdür sesimin çıkmaması. Anla.

O gecenin devamında ne oldu hatırlamıyorum. Beni eve mi bıraktın, bıraktığını ertesi gün aldın mı, beni almanı istedim mi, hiçbir şeyi hatırlamıyorum. İçine evleri sığdırabilecek hafızam bu konuda tekliyor. Günler, kavgalar, gözyaşları birbirine karışıyor. Halbuki zamanında hepsini hatırlardım. Ancak şunu biliyorum ki, sevgili Bilge, her şeye rağmen seninle biz; hayatlarımıza kaldığımız yerden devam ederken odalarımızda birer sandalyeyi boş bırakıyoruz, hayaletler gelip otursun diye. Hayaletin özne ve nesne olması, hayalet olmak, hayalet olman, anlamların değişip önüme çıkması, anlamların bu kadar zorlaması... Çok zorlandım Bilge. Defterler tuttuysam buydu içimdeki. Fotoğraflar çektiysem bundan kurtulmak, şehirler değiştirdiysem bundan kaçınmak içindi.

Şimdiyse duvarımda yeni fotoğraflar var Bilge. Hiçbir zaman emin olunamayacak, ucundan dokunan ama kavranamayan üzerine fotoğraflar. Ucundan dokunurken nasıl bu derece yaktığı anlaşılmıyor. Küçük küçük iğneler fotoğraflara saplandığı gibi bana da saplanıyor. Hepsi öylesine küçük ki can yakmamalı, biliyorum. Canı acısı değilse ne, anlamlandıramıyorum.

Öyle konuşmadık ki, öyle birikti ki anlatacaklarım. İstanbul'da yalnız kalmanın kıymetini ancak yalnız bırakılmanın ezici ağırlığını, yalnız kalmamak adına insanların neler yapabildiğini ve evsizliği gördüm. Düşmüşken tek başına ayağa kalkabilmeyi de. Sana şunu tüm samimiyetimle söyleyebilirim ki, ayağa kalkarken yanımda kimse yoktu Bilge. Bunca zamandır yerin öyle dibindeymişim ki etrafta olup bitenleri göremiyormuşum, bunun ayırdına vardım. Şu anda etrafımda ne varsa ayağa tek başıma kalktıktan sonra gördüklerim; kim varsa, tekrar göz hizasına ulaştığımda göz göze geldiklerimdir. Ancak ondan sonra güzel günler gördüm, sakin ve sessiz ve sonsuzzz ve aydınlık günler. Bir süre eski İpek'i taklit ettim, kalbinin güzelliği gözlerine yansımış derdi atalarımız olsaydı. Öyle bir baktım ki iyi kalpli insanları gördüm salt. Herkesin gülüşü kendine özgü, kulaklarımda çınlıyor. Niyeti sonsuzca güzel, sevgisi sonsuzca aydınlık insanlar. Hani ben kötülükler karşısında dehşete düşerdim ya; kötülükler yalnızca yapanın eninde sonunda farkına varacağı, bizim de nefes alacağımız ayrıntılarıydı filmlerin. Yanımda gözlerini kocaman açıp “insanlar kötü mü” diye soran biri var. Etrafımızda kötü bir hikaye döndüğünde aynı insanlığa inançsızlıkla kendi içlerimize kapanıyoruz. Bir zamanlar böyleyken, o kötü hikayelerin içine nasıl sürüklenmişim, nasıl kendimi kaybetmişim bilmiyorum. Bir bataklığın içindeydim ve oradan sürüne sürüne çıktım ben Bilge. Bataklığı yok edemedim. Bir parçamı kurtarabilmek için bir parçamı feda ettim. Bazen doğru mu yaptım emin olamıyorum, ben ve herkesle yalnızca ben arasında sıkışıp kaldım. Bunu anlatamıyorum Bilge, korkuyorum. Kendimden ve senden ve geri kalan her şeyden.

Bir de yağmurlu gecelerde çok korkuyorum. Karlı gecelerde daha çok korkacağımı biliyorum. Sana anlatacaklarım var Bilge. Birikiyorlar. "Aklımın sandalyelerinde çamaşırlar birikiyor." derdi Oğuz Atay olsaydı. Ancak dedim ya, aklımda boşta bir sandalye var, çünkü biliyorum ki





22 Kasım 2015 Pazar

soğuk kazı, birhan keskin. 

17 Kasım 2015 Salı