9 Aralık 2015 Çarşamba

 -sen tehlikeli oyunlar'ı okumuş muydun? 
- okumadım, çok tehlikeliydi, korktum. 


Sevgili Bilge,

Sana bu soruyu soruşum, bıraksan sonsuzluğa uzanabilecekken, ertesi günü dahi göremeyecek günlerden bir diğerinde olmalı. Sen konuştun, güldün, espriler yaptın, aptal aptal sorular sordun; bense hiç konuşmadım. Ağzımı açtığımda çıkacak tek sözcük yoktu.
Evet, aynı şu an.
Ağzım açılmadı. Zira konuşma gerekliliği konuşma ihtiyacından az. Halbuki konuşma ihtiyacı konuşma gerekliliğinden çok fazla. İhtiyaç değil gereklilikti bize ağızları açtıracak olan. Bundan ötürüdür sesimin çıkmaması. Anla.

O gecenin devamında ne oldu hatırlamıyorum. Beni eve mi bıraktın, bıraktığını ertesi gün aldın mı, beni almanı istedim mi, hiçbir şeyi hatırlamıyorum. İçine evleri sığdırabilecek hafızam bu konuda tekliyor. Günler, kavgalar, gözyaşları birbirine karışıyor. Halbuki zamanında hepsini hatırlardım. Ancak şunu biliyorum ki, sevgili Bilge, her şeye rağmen seninle biz; hayatlarımıza kaldığımız yerden devam ederken odalarımızda birer sandalyeyi boş bırakıyoruz, hayaletler gelip otursun diye. Hayaletin özne ve nesne olması, hayalet olmak, hayalet olman, anlamların değişip önüme çıkması, anlamların bu kadar zorlaması... Çok zorlandım Bilge. Defterler tuttuysam buydu içimdeki. Fotoğraflar çektiysem bundan kurtulmak, şehirler değiştirdiysem bundan kaçınmak içindi.

Şimdiyse duvarımda yeni fotoğraflar var Bilge. Hiçbir zaman emin olunamayacak, ucundan dokunan ama kavranamayan üzerine fotoğraflar. Ucundan dokunurken nasıl bu derece yaktığı anlaşılmıyor. Küçük küçük iğneler fotoğraflara saplandığı gibi bana da saplanıyor. Hepsi öylesine küçük ki can yakmamalı, biliyorum. Canı acısı değilse ne, anlamlandıramıyorum.

Öyle konuşmadık ki, öyle birikti ki anlatacaklarım. İstanbul'da yalnız kalmanın kıymetini ancak yalnız bırakılmanın ezici ağırlığını, yalnız kalmamak adına insanların neler yapabildiğini ve evsizliği gördüm. Düşmüşken tek başına ayağa kalkabilmeyi de. Sana şunu tüm samimiyetimle söyleyebilirim ki, ayağa kalkarken yanımda kimse yoktu Bilge. Bunca zamandır yerin öyle dibindeymişim ki etrafta olup bitenleri göremiyormuşum, bunun ayırdına vardım. Şu anda etrafımda ne varsa ayağa tek başıma kalktıktan sonra gördüklerim; kim varsa, tekrar göz hizasına ulaştığımda göz göze geldiklerimdir. Ancak ondan sonra güzel günler gördüm, sakin ve sessiz ve sonsuzzz ve aydınlık günler. Bir süre eski İpek'i taklit ettim, kalbinin güzelliği gözlerine yansımış derdi atalarımız olsaydı. Öyle bir baktım ki iyi kalpli insanları gördüm salt. Herkesin gülüşü kendine özgü, kulaklarımda çınlıyor. Niyeti sonsuzca güzel, sevgisi sonsuzca aydınlık insanlar. Hani ben kötülükler karşısında dehşete düşerdim ya; kötülükler yalnızca yapanın eninde sonunda farkına varacağı, bizim de nefes alacağımız ayrıntılarıydı filmlerin. Yanımda gözlerini kocaman açıp “insanlar kötü mü” diye soran biri var. Etrafımızda kötü bir hikaye döndüğünde aynı insanlığa inançsızlıkla kendi içlerimize kapanıyoruz. Bir zamanlar böyleyken, o kötü hikayelerin içine nasıl sürüklenmişim, nasıl kendimi kaybetmişim bilmiyorum. Bir bataklığın içindeydim ve oradan sürüne sürüne çıktım ben Bilge. Bataklığı yok edemedim. Bir parçamı kurtarabilmek için bir parçamı feda ettim. Bazen doğru mu yaptım emin olamıyorum, ben ve herkesle yalnızca ben arasında sıkışıp kaldım. Bunu anlatamıyorum Bilge, korkuyorum. Kendimden ve senden ve geri kalan her şeyden.

Bir de yağmurlu gecelerde çok korkuyorum. Karlı gecelerde daha çok korkacağımı biliyorum. Sana anlatacaklarım var Bilge. Birikiyorlar. "Aklımın sandalyelerinde çamaşırlar birikiyor." derdi Oğuz Atay olsaydı. Ancak dedim ya, aklımda boşta bir sandalye var, çünkü biliyorum ki





1 yorum: