-sen tehlikeli oyunlar'ı okumuş muydun?
- okumadım, çok tehlikeliydi, korktum.
Sevgili Bilge,
Sana bu soruyu soruşum, bıraksan
sonsuzluğa uzanabilecekken, ertesi günü dahi göremeyecek
günlerden bir diğerinde olmalı. Sen konuştun, güldün, espriler
yaptın, aptal aptal sorular sordun; bense hiç konuşmadım. Ağzımı
açtığımda çıkacak tek sözcük yoktu.
Evet, aynı şu an.
Ağzım açılmadı. Zira konuşma
gerekliliği konuşma ihtiyacından az. Halbuki konuşma ihtiyacı
konuşma gerekliliğinden çok fazla. İhtiyaç değil gereklilikti
bize ağızları açtıracak olan. Bundan ötürüdür sesimin
çıkmaması. Anla.
O gecenin devamında ne oldu
hatırlamıyorum. Beni eve mi bıraktın, bıraktığını ertesi gün
aldın mı, beni almanı istedim mi, hiçbir şeyi hatırlamıyorum.
İçine evleri sığdırabilecek hafızam bu konuda tekliyor. Günler,
kavgalar, gözyaşları birbirine karışıyor. Halbuki zamanında
hepsini hatırlardım. Ancak şunu biliyorum ki, sevgili Bilge, her
şeye rağmen seninle biz; hayatlarımıza kaldığımız yerden
devam ederken odalarımızda birer sandalyeyi boş bırakıyoruz,
hayaletler gelip otursun diye. Hayaletin özne ve nesne
olması, hayalet olmak, hayalet olman, anlamların değişip önüme
çıkması, anlamların bu kadar zorlaması... Çok zorlandım Bilge.
Defterler tuttuysam buydu içimdeki. Fotoğraflar çektiysem bundan
kurtulmak, şehirler değiştirdiysem bundan kaçınmak içindi.
Şimdiyse duvarımda yeni fotoğraflar
var Bilge. Hiçbir zaman emin olunamayacak, ucundan dokunan ama
kavranamayan üzerine fotoğraflar. Ucundan dokunurken nasıl bu
derece yaktığı anlaşılmıyor. Küçük küçük iğneler
fotoğraflara saplandığı gibi bana da saplanıyor. Hepsi öylesine
küçük ki can yakmamalı, biliyorum. Canı acısı değilse ne,
anlamlandıramıyorum.
Öyle konuşmadık ki, öyle birikti ki
anlatacaklarım. İstanbul'da yalnız kalmanın kıymetini ancak
yalnız bırakılmanın ezici ağırlığını, yalnız kalmamak
adına insanların neler yapabildiğini ve evsizliği gördüm.
Düşmüşken tek başına ayağa kalkabilmeyi de. Sana şunu tüm
samimiyetimle söyleyebilirim ki, ayağa kalkarken yanımda kimse
yoktu Bilge. Bunca zamandır yerin öyle dibindeymişim ki etrafta
olup bitenleri göremiyormuşum, bunun ayırdına vardım. Şu anda
etrafımda ne varsa ayağa tek başıma kalktıktan sonra
gördüklerim; kim varsa, tekrar göz hizasına ulaştığımda göz
göze geldiklerimdir. Ancak ondan sonra güzel günler gördüm, sakin ve sessiz
ve sonsuzzz ve aydınlık günler. Bir süre eski İpek'i taklit
ettim, kalbinin güzelliği gözlerine yansımış derdi
atalarımız olsaydı. Öyle bir baktım ki iyi kalpli insanları
gördüm salt. Herkesin gülüşü kendine özgü, kulaklarımda
çınlıyor. Niyeti sonsuzca güzel, sevgisi sonsuzca aydınlık
insanlar. Hani ben kötülükler karşısında dehşete düşerdim
ya; kötülükler yalnızca yapanın eninde sonunda farkına
varacağı, bizim de nefes alacağımız ayrıntılarıydı
filmlerin. Yanımda gözlerini kocaman açıp “insanlar kötü mü”
diye soran biri var. Etrafımızda kötü bir hikaye döndüğünde
aynı insanlığa inançsızlıkla kendi içlerimize kapanıyoruz.
Bir zamanlar böyleyken, o kötü hikayelerin içine nasıl
sürüklenmişim, nasıl kendimi kaybetmişim bilmiyorum. Bir
bataklığın içindeydim ve oradan sürüne sürüne çıktım ben
Bilge. Bataklığı yok edemedim. Bir parçamı kurtarabilmek için
bir parçamı feda ettim. Bazen doğru mu yaptım emin olamıyorum,
ben ve herkesle yalnızca ben arasında sıkışıp kaldım. Bunu
anlatamıyorum Bilge, korkuyorum. Kendimden ve senden ve geri kalan
her şeyden.
Bir de yağmurlu gecelerde çok
korkuyorum. Karlı gecelerde daha çok korkacağımı biliyorum. Sana
anlatacaklarım var Bilge. Birikiyorlar. "Aklımın sandalyelerinde çamaşırlar birikiyor." derdi Oğuz Atay olsaydı. Ancak dedim ya, aklımda boşta bir sandalye var, çünkü biliyorum ki
Bu yorum yazar tarafından silindi.
YanıtlaSil