29 Ekim 2012 Pazartesi


sınavlar burnumun dibindeyken ben kendimi mayın tarlasındaki kazanma oranımı %18den 19a taşımaya adadım.
fonda da hep aynı şarkı.
halbuki çalışmayı bitirmek,
minik ödevimi yapmak,

sorumluluklar bitince
okumak,
karanlık odalara girip çok merak ettiğim negatifleri basmak,
üretmek ihtiyacı var.




ama sen yanımda yürürken başın hep çok hafif havaya kalkıyor, yüzünde de vallahi o salak sırıtış oluyor ya çocuk, aklım ona kayıp duruyor.
bir de bu tür pıtır pıtır sevgi sözlerine alışık olmayan sevgili blogumdan da bi parça utanıyorum.
itiraf etmeli.

25 Ekim 2012 Perşembe

"dizginlemedim kendimi. aldım başımı gittim,
gittim ışıltılı geceye;
o yarı gerçek ve kafamda
yarı belirlenmiş zevklere.
ve başdöndürücü şaraplar içtim
şehvetle kucaklaşmaktan
korkmayanların içtiği."



öyle ezbere bilirim ki çince bile olsa anlarım. dilini bilmem, konuşmasını anlamam, görünce kulağımı tıkarım allahın çinlilerine; ama yine de anlarım.
"al" der ya Grace, "dünyaya sahip olmanı istiyorum" der. o anda dünyanın sah
b
oluveriririm.
"i" yerine enterlara basarım da daha güzel olması mümkün olmaz.

şarkılar sıkıştırıyoruz koltuk arkalarına, halı altlarına. bazen daha yüksek, gittikçe daha da yüksek, kemanlar duyulsun diye
sesler yükseldikçe algılarım azalıyor, sorun etmiyorum.
pascalın burnuşu nemli, bizimki buzz. parmakları da öyle.

kalbimin koridorlarında hevesli mumlar yakıyor da meyve meyve kokuyorum sanki. balkonlarında şarkılar çalıyor. şarkıyı mı dinlesem, yağmuru mu, yoksa onu mu bilemiyorum. çünkü şarkıları benimkilerden güzel. kelimeleri de(ben bunu seçtim). üstelik bariz kıvır kıvır, hem de çilli. tabi ki de kıskanmıyorum; daha çok dinleyeceğim, yazacağım, yapacağım, yerimde durmayacağım; gülmeye, düşünmeye, güzele karışıp da kalabalıklaşacağım geliyor.
söylemek istediğim şeyleri hakikaten söylemek istiyorum, yazmak değil. ama biliyorum ki buraya bakacak. kendinden bi iz bulsun istiyorum her baktığında. 
kafam, yüreğim, içim dışım güzel; korkmadan, kontrol etmeden yazıp yazıp silmeden:) devam etmek istiyorum sadece. arkası yarınları düşünmeden. kadınca inada bindirmeden. bilmeden, bildirmeden. 
(Halbuki kendini durağa bile bıraktırmayan kadındım ben)

14 Ekim 2012 Pazar

koltuknameye özenip, özenmekten zerre utanmayıp haftamdan kalanları toparladım. 

kıştan bahara geçilen, içerilere dayanamayıp, sabırsız titreye titreye dışarılarda oturulan, çiçeklerin dallara vardığı da daha ayrılmadığı o kısacık 10 gün favorim olsa da, mevsim geçişleri her daim heyecanlı. bu seferki de öğrenmelerle, yeni pıtır arkadaşlarla, özendiğim ortamlarla, yeni hislerle öyle güzel geçiyor. ufak tefek şeyleri göz ardı edip içimin huzurunu anlatmaktan bıkmıyorum. 

seyrettim, yürüdüm, güldüm bu hafta. zaman bulmak için uykudan, uyku için dersten kıstım. başka yerlere dağılıp duran aklımı bir süre dinlendirme adına kapattım algılarımı. uzakları değil anları yaşamaya çalıştım sadece. 



Şimdiye kadar seyretmememin tek nedeni uzak doğululara karşı ırkçı tutumumdur, evet. kaşıntımı yenip seyretmeye karar verdiysem bile ilk on dakikamı "hele sese bak allasen" diyerek geçirdim. sonra ben de sustum. hapishanedeki hallerini çok sevdim, kadının çocuğu evde arayışını da buluşunu, fikir ilk aklına geldiğindeki gülümsemesini çok sevdim. ayağını ilk uzatışını sevdim. tartıyı tamir edişini sevdim. fotoğrafını yeni baştan yapışını sevdim. kafasını uzatıp da kadraja dahil oluşunu sevdim. inatla topun önüne geçişini sevdim. öyle sevdim kadını. saniyenin yirmi dörtte biri kadar anları aklıma not ettim.

haftanın içe dolanan ilk şarkısı ondandı. bu hafta şarkılar vallahi dolandı.

sahaflara düşmediği için başlamadığım mihmanı anacığım aldı. daha ilk sayfalarından en sevdiğim adamın en sevdiğim şiiriyle açtı sohbeti, gülümsedik birbirimize.



"güllerin bedeninden dikenlerini teker teker koparırsan
dikenleri kopardığın yerler teker teker kanar

dikenleri kopardığın yerleri bir bahar filân sanırsan
kürdistan'da ve muş - tatvan yolunda bir yer kanar

muş - tatvan yolunda güllere ve devlete inanırsan

eşkıyalar kanar kötü donatımlı askerler kanar

sen bir yaz güzelisin, yaprakların ekşi, suda yıkanırsan
portakal incinir, tütün utanır, incirler kanar

bir yolda el ele gideriz, o yolda bir gün usanırsan
padişahlar ve muşlar kanar, darülbedayiler kanar

muş - tatvan yolunda bir gün senin akşamın ne ki
orada her zaman otlar otlar ergenlikler kanar

el ele gittiğimiz bir yolda sen git gide büyürsen
benim içimde çok beklemiş, çok eski bir yer kanar"


bir gün o yoldan geçerken ben de bu şiiri cüzdanımdan çıkarıp okuyacağım biliyorum. ben de "napıyorum la şimdi" diye utanacağım içten içe. 


sonunda kadın kolektifinin toplantısına katıldım, lgbt'yle ilk ilişkilerimi kurdum. 


oğulcanla oturmuş utangaç edebi tartışmalar yaparken:) o bazukayı ben erken kaybedenleri, o harı ben tolu savunurken amatör ruhu nasıl sevdiğimi bir daha anladım. har'daki mükemmel dile rağmen tol'un öfkesi beni bir daha yordu. o öfkeyi dizginleştirmesi tek üzüldüğüm noktası muratın. o bana öfkesini kusarken sadece durup haklısın diyebilmiştim. hiçbir şey yapmadığım için sen haklısın. 

bitirdikten sonra özlemekten korkup bir süre daha yanımda taşıdığım, başucumda değil yatağımda sakladığım, her tatile nolur nolmaz diye yanımda götürdüğüm... ben gibi koktuğunu düşündüğüm 2 kitaptan biri tol. 

ama aslında diyecektim ki ben, amatör yanı seviyorum. kitabını daha okumasam da onu da sevdim bir röportajla. pırıl pırıl bir beyindi gördüğüm, insandı. 


sonra yana yana kahvaltı yaptık hafta ortasında. birilerinin okuyacağını bilirse insan iyi olup olmadığını düşünmeye başlar derken aklımdaki şeylerden biri de buraydı. kimi zaman yazılarım kendimde kalsın istiyorum zira hırslanmaktan korkuyorum. 

sorumluluklardan korkmamın nedeni de bu hırslar. insan kendine ait bölgeyi daraltmaya bir kere başladı mı arkası kesilmiyor.
neyse.
sanki etrafımızdaki her şey kahvaltının öyle huzurlu olması için şekil değiştirdi o sabah, her şey güzelleşti.

küstüm sessiz'e şirin dediğinde hayal kırıklığına uğrasam da, hakikaten şirin bir filmdi. 




Tepenin Ardı'ysa bayağı bayağı iyiydi. ben bolca "a separation"a benzettim; onun bir boy küçüğüydü. küstüm benzetti mi bilmemem. insanın yaptığını hep başkası çeker; en çok da meryem çeker. Acı da çeker, sineye de çeker. ses çıkarmadıkça daha da çektirirler meryeme. çay demledikçe meyve beklerler.

filmin adı iki saati iki kelimeyle özetleyecek kadar cuk oturmuştu. o tepenin ardındakini göremeyen, görmedikçe sinirlenen, sinirlendikçe harap eden... korktukça da harap eden bir erkekler sürüsü.



bu çocuk bence o kadar karizmatik ki üzülüyorum bu özelliği hep oyunculuğunun önüne geçecek diye. 








kimi şeyler de bende kaldı. kim gitti geride ne kaldı belli değil. 

öperim.

5 Ekim 2012 Cuma

onları ne zaman dinlesem filmin sonu gelmiş de karakter bile jeneriği okumaya hevesliymiş gibi hissediyorum. sinirlenmişim, dakikalarca, onlarca dakikalarca koşmuşum, yoruldukça daha hızlı koşmuşum, inat etmişim de sonunda dayanamayıp, soluk soluğa durmuşum gibi hissediyorum. dalmışım, önümdeki saniyelerin sudaki son saniyelerim olduğunu bilecek kadar havasızlıkla dolmuşum gibi hissediyorum. gökyüzüne yakınlaşma adına gece yarısı çatıya çıkmalı titrek kışları hissediyorum. "sigaraya mı başlasam acaba"ları hissediyorum. yetişilen son otobüsleri hissediyorum. daha hızlı, daha daha hızlı, saatlerce salıncağa binmeleri hissediyorum.
bir anlık salaklık edip acaba ders çalışırken dinlenirler mi diye düşünüyorum. kafamı karıştırmak için sözleri olması şartmış gibi.
moon is down var tabi bir de.
günler öyle hızlı geçiyor.
ben bana bakıyorum, o ben beni süzüyor, sonra ben durup hangisi benim anlamaya çalışıyorum.
bu durum da uzun süredir böyle aslında.
tefail gelse de kafama kafama vursa.
çünkü tanrı gündelik dertlerle meşgul edilmemeli.
ama kitaplarıma yeni kavuşmuşken ben, ve bu sefer daha çok sevemezdim derken dışlanmaya başlıyorum kendim tarafından.
gülen yanaklarımla yazan parmaklarım çok ağrıyor bu sıra. seviyorum, ama bazen de salt zorunluluktan devam ettiriyorum. zorunluluğa dönüşen her şeyden nefret eden küçücük bünyem bunlara da tepki gösterirse diye de korkuyorum.