26 Aralık 2012 Çarşamba

Sadece elime iki kağıt alıp birindekini diğerine geçirirken ezberlemek adına; nasıl bunaldım, daha da nasıl bunalacağım derken; günlerin hızını, heyecanını, ödevini bile seve seve yapmasını, ilgisini, sevgisini boncuk niyetiyle uç uca sıraladım; içime astım.


Geçen hafta boyunca boştum. Boş olmaktan bıkkındım. Kendime inancın sıfır olduğu noktalardaydım yani. Ben oralarda takılır zamanı sadece geçirirken ibocuk sürekli bak şunu yapabiliriz, bunu yapabiliriz deyip heyecanımı körükledi. Bu haftaysa öyle bir üretim bolluğundayım ki fikir adına, aklım oradan oraya koştururken ben de yerimde duramıyorum. Fiziksel yorgunluğa delice yakın olup fikirsel olarak kendime yetişemiyorum. Ona anlatıyorum, beraber heyecanlanıyoruz. İstiyorum ki öğrendiğim her şeyi başkalarıyla paylaşayım heyecanlandığım her şeye başkalarını da katayım. Sadece birimizin anlattığı fikre ötekinin heyecanlanması, üretim noktalarımızın tutması bile öyle güzel ki...


*http://www.5harfliler.com/
Gerçekten cümlelerimi erkek iktidarı diye değil sadece "iktidar" diye kurmak, sinirimi cinsiyetsiz iktidara; onun gücünü tanıtlamak için kullandığı zarar verişlere, yok edişlere yöneltmek istiyorum. Ama haberleri seyrettikçe midem bulanıyor. Reklamları seyrettikçe, soruların cevaplarını dinledikçe, hayvanlara yapılanları duydukça daha da bulanıyor. Gece yarısı sektörlerinden, otoyol kenarlarından, legal-illegal tatmin yöntemlerinden, evlerin birinde gece gündüz yaşananlardan, köpeklerden, 12 yaşındaki kız çocuklarından, sokakta mendil satan minnacık oğlanlardan, hatta damacanalardan, neden diye sorup da alamadığım tüm cevaplardan midem hep, hep, hep bulanıyor. Bulanan midemin içindeki her şeyi suratlarına kusmak istiyorum.

Genelden özele indirmekle problemlerim var.   

23 Aralık 2012 Pazar

Ağaç deyince sadece güzel şeyler hissediyorum.
Alfred Eisenstaedt

Ferdinando Scianna 
Ferdinando Scianna

Gueorgui Pinkhassov

Herbert List

Josef Koudelka

Martin Parr

Martine Franck

Micha Bar-am

Miguel Rio Branco

Stuart Franklin

Thomas Hoepker

o benim sevdiğim ilk fotoğrafçı.
Alex Majoli
Josef Koudelka

*Böyle derlemeler yapsam diyorum. 
Levent Cantekvari.

10 Aralık 2012 Pazartesi

Eğer Metis'in
                   ol
                   ma
                   yan
                   ke
                   li
                   me
                   ler
                   ajandasını ben hazırlamış olsaydım,
                   şöyle yazardı bugün tarihli sayfanın dibinde:
                   öğle güneşinin altında uzanıp gözlerini kapattığında,
                   karanlıkta çakan kırmızı yıldızların
                   bir adı olmalı...

8 Aralık 2012 Cumartesi

bazen

kendim de dahil hiçbir yerde hiçbir güzellik olmuyor.
sade iç ve zaman geçirilesi.

23 Kasım 2012 Cuma


nedensiz, 1.20 sn sularında külünün düşüşü içime dokundu. aylar önce ibo hediye etmişti bu adamı bana, yine aynı şarkıyla. birbirimizi merak ettiğimiz, güzel görünmek istediğimiz zamanlarda. zamanla bu güzel "görünmek" önemini yitirmeye başladı ona karşı zira olduğum olacağım kadar hayatımdaydı. 
dinledim, videoyu da seyrettim ama o külü hiç fark etmedim ben. aklım hep başka yerdeydi. yan sekmedeki konuşmadaydı, yarının saatleri dakikaları buradan oraya kaydırmalarındaydı; onu bugün de aramazsam fena bozulurda, ödevi bitirsem de teslim etsemde, bazen yarın ne giysemdeydi. 
o külü fark etmediğime utandım.
beni öperken sigarasının saçımı yakıp yakmadığını düşündüğümde çok utandım.
başkalarının aklında canlandırdıklarını seyrederken onlar gibi düşünmediğime üzüldüğümü fark ettiğimde dehşetle beraber utandım.

ve diyemedim; bazen güzel olmaktan gerçekten korkuyorum, 
kendimi beğenmiyorum da bir an bile olsa 'ya başkaları beni beğenmiyorsa' diye düşündüğümü fark edince
kendimde kırmaya çalıştığım huyun hala orada sinsi yattığını da bir fırsat kolladığını anlıyorum.

aklımın sandalyelerinde çamaşırlar birikiyor sevgili blog.  

21 Kasım 2012 Çarşamba

dokulu yazı//oradan buradan

sınav dalgasının ilk başından econcu nasihati: ne kadar az yazı ve ne kadar çok görsel kullanırsanız o kadar yüksek not alırsınız. türkçe konuştuğunda komik adam aslında, ya da ders işlemediğinde. derslerini protesto edip gitmememin tek nedeni sürekli ingilizce konuşup yetmezmiş gibi bir de ders işlemesi. 
bu yazı da öyle görsellerle bezendi. o kadar uzun süredir tembelim ki şu anda silkinip de özenemem.

o benim nesnem. bu yazıyı yazarken o da burada, bilgisayarımın yanı başında demek isterdim ama ödevimi tamamladıktan sonra özgürlüğünü ilan etti, ses alamıyorum kendisinden. böyle dediğime de bakma, endişeliyim.
umudum ve önsezim kayıp montumun cebinde olduğu yönünde ki bir insan evde nasıl montunu kaybeder anlamış değilim.
iki hafta onunla yaşadım ben; sınıfta, dolmuşta, bahçede, şurada burada karşıma oturtup neler geçiyor içinden onu izledim. ışık oldum onunla beraber, ışık doldum, ışığa kesildim.
bu hafta doku çalışırken yarım koydu beni.


dokuyu en çok kendi bedenimde, ışığı da doğal sevdim. onca arandığıma bakma.













ilişki tembelliğindeyiz bu ara.
sınav döneminde olmanın getirisi uykusuzluk ve sinir harbi defterini dün itibariyle kapattım; tembelliğime daha gezmeli tozmalı ama dur durak bilmeden devam ettim.


vuruldum. o da bana jest yapıp sevdiğim şarkıyı çaldı girişimizin şerefine. 
hazırlayanın aklına hayran kaldık. fırçanın tek tek tüm duvarları gezişinden, bir anda her tarafın surata kesilip bizi gözetleyişinden öyle etkilendim ki nereye bakacağımı hangisini takip edeceğimi bilemedim.
bir banka oturduk, göremedikçe yazıları birbirimize okuduk. 
hayal gücünün bile yetmeyeceği bir yarım saatti yaşadığımız.

ağacımda yaprak bile değil, çiçek açtıran adam
oğluşumu ürkütmeyen, ödünü bokuna karıştıran adam.
 **tişörtü kendiliğinden dekolteli.
vallahi.

29 Ekim 2012 Pazartesi


sınavlar burnumun dibindeyken ben kendimi mayın tarlasındaki kazanma oranımı %18den 19a taşımaya adadım.
fonda da hep aynı şarkı.
halbuki çalışmayı bitirmek,
minik ödevimi yapmak,

sorumluluklar bitince
okumak,
karanlık odalara girip çok merak ettiğim negatifleri basmak,
üretmek ihtiyacı var.




ama sen yanımda yürürken başın hep çok hafif havaya kalkıyor, yüzünde de vallahi o salak sırıtış oluyor ya çocuk, aklım ona kayıp duruyor.
bir de bu tür pıtır pıtır sevgi sözlerine alışık olmayan sevgili blogumdan da bi parça utanıyorum.
itiraf etmeli.

25 Ekim 2012 Perşembe

"dizginlemedim kendimi. aldım başımı gittim,
gittim ışıltılı geceye;
o yarı gerçek ve kafamda
yarı belirlenmiş zevklere.
ve başdöndürücü şaraplar içtim
şehvetle kucaklaşmaktan
korkmayanların içtiği."



öyle ezbere bilirim ki çince bile olsa anlarım. dilini bilmem, konuşmasını anlamam, görünce kulağımı tıkarım allahın çinlilerine; ama yine de anlarım.
"al" der ya Grace, "dünyaya sahip olmanı istiyorum" der. o anda dünyanın sah
b
oluveriririm.
"i" yerine enterlara basarım da daha güzel olması mümkün olmaz.

şarkılar sıkıştırıyoruz koltuk arkalarına, halı altlarına. bazen daha yüksek, gittikçe daha da yüksek, kemanlar duyulsun diye
sesler yükseldikçe algılarım azalıyor, sorun etmiyorum.
pascalın burnuşu nemli, bizimki buzz. parmakları da öyle.

kalbimin koridorlarında hevesli mumlar yakıyor da meyve meyve kokuyorum sanki. balkonlarında şarkılar çalıyor. şarkıyı mı dinlesem, yağmuru mu, yoksa onu mu bilemiyorum. çünkü şarkıları benimkilerden güzel. kelimeleri de(ben bunu seçtim). üstelik bariz kıvır kıvır, hem de çilli. tabi ki de kıskanmıyorum; daha çok dinleyeceğim, yazacağım, yapacağım, yerimde durmayacağım; gülmeye, düşünmeye, güzele karışıp da kalabalıklaşacağım geliyor.
söylemek istediğim şeyleri hakikaten söylemek istiyorum, yazmak değil. ama biliyorum ki buraya bakacak. kendinden bi iz bulsun istiyorum her baktığında. 
kafam, yüreğim, içim dışım güzel; korkmadan, kontrol etmeden yazıp yazıp silmeden:) devam etmek istiyorum sadece. arkası yarınları düşünmeden. kadınca inada bindirmeden. bilmeden, bildirmeden. 
(Halbuki kendini durağa bile bıraktırmayan kadındım ben)

14 Ekim 2012 Pazar

koltuknameye özenip, özenmekten zerre utanmayıp haftamdan kalanları toparladım. 

kıştan bahara geçilen, içerilere dayanamayıp, sabırsız titreye titreye dışarılarda oturulan, çiçeklerin dallara vardığı da daha ayrılmadığı o kısacık 10 gün favorim olsa da, mevsim geçişleri her daim heyecanlı. bu seferki de öğrenmelerle, yeni pıtır arkadaşlarla, özendiğim ortamlarla, yeni hislerle öyle güzel geçiyor. ufak tefek şeyleri göz ardı edip içimin huzurunu anlatmaktan bıkmıyorum. 

seyrettim, yürüdüm, güldüm bu hafta. zaman bulmak için uykudan, uyku için dersten kıstım. başka yerlere dağılıp duran aklımı bir süre dinlendirme adına kapattım algılarımı. uzakları değil anları yaşamaya çalıştım sadece. 



Şimdiye kadar seyretmememin tek nedeni uzak doğululara karşı ırkçı tutumumdur, evet. kaşıntımı yenip seyretmeye karar verdiysem bile ilk on dakikamı "hele sese bak allasen" diyerek geçirdim. sonra ben de sustum. hapishanedeki hallerini çok sevdim, kadının çocuğu evde arayışını da buluşunu, fikir ilk aklına geldiğindeki gülümsemesini çok sevdim. ayağını ilk uzatışını sevdim. tartıyı tamir edişini sevdim. fotoğrafını yeni baştan yapışını sevdim. kafasını uzatıp da kadraja dahil oluşunu sevdim. inatla topun önüne geçişini sevdim. öyle sevdim kadını. saniyenin yirmi dörtte biri kadar anları aklıma not ettim.

haftanın içe dolanan ilk şarkısı ondandı. bu hafta şarkılar vallahi dolandı.

sahaflara düşmediği için başlamadığım mihmanı anacığım aldı. daha ilk sayfalarından en sevdiğim adamın en sevdiğim şiiriyle açtı sohbeti, gülümsedik birbirimize.



"güllerin bedeninden dikenlerini teker teker koparırsan
dikenleri kopardığın yerler teker teker kanar

dikenleri kopardığın yerleri bir bahar filân sanırsan
kürdistan'da ve muş - tatvan yolunda bir yer kanar

muş - tatvan yolunda güllere ve devlete inanırsan

eşkıyalar kanar kötü donatımlı askerler kanar

sen bir yaz güzelisin, yaprakların ekşi, suda yıkanırsan
portakal incinir, tütün utanır, incirler kanar

bir yolda el ele gideriz, o yolda bir gün usanırsan
padişahlar ve muşlar kanar, darülbedayiler kanar

muş - tatvan yolunda bir gün senin akşamın ne ki
orada her zaman otlar otlar ergenlikler kanar

el ele gittiğimiz bir yolda sen git gide büyürsen
benim içimde çok beklemiş, çok eski bir yer kanar"


bir gün o yoldan geçerken ben de bu şiiri cüzdanımdan çıkarıp okuyacağım biliyorum. ben de "napıyorum la şimdi" diye utanacağım içten içe. 


sonunda kadın kolektifinin toplantısına katıldım, lgbt'yle ilk ilişkilerimi kurdum. 


oğulcanla oturmuş utangaç edebi tartışmalar yaparken:) o bazukayı ben erken kaybedenleri, o harı ben tolu savunurken amatör ruhu nasıl sevdiğimi bir daha anladım. har'daki mükemmel dile rağmen tol'un öfkesi beni bir daha yordu. o öfkeyi dizginleştirmesi tek üzüldüğüm noktası muratın. o bana öfkesini kusarken sadece durup haklısın diyebilmiştim. hiçbir şey yapmadığım için sen haklısın. 

bitirdikten sonra özlemekten korkup bir süre daha yanımda taşıdığım, başucumda değil yatağımda sakladığım, her tatile nolur nolmaz diye yanımda götürdüğüm... ben gibi koktuğunu düşündüğüm 2 kitaptan biri tol. 

ama aslında diyecektim ki ben, amatör yanı seviyorum. kitabını daha okumasam da onu da sevdim bir röportajla. pırıl pırıl bir beyindi gördüğüm, insandı. 


sonra yana yana kahvaltı yaptık hafta ortasında. birilerinin okuyacağını bilirse insan iyi olup olmadığını düşünmeye başlar derken aklımdaki şeylerden biri de buraydı. kimi zaman yazılarım kendimde kalsın istiyorum zira hırslanmaktan korkuyorum. 

sorumluluklardan korkmamın nedeni de bu hırslar. insan kendine ait bölgeyi daraltmaya bir kere başladı mı arkası kesilmiyor.
neyse.
sanki etrafımızdaki her şey kahvaltının öyle huzurlu olması için şekil değiştirdi o sabah, her şey güzelleşti.

küstüm sessiz'e şirin dediğinde hayal kırıklığına uğrasam da, hakikaten şirin bir filmdi. 




Tepenin Ardı'ysa bayağı bayağı iyiydi. ben bolca "a separation"a benzettim; onun bir boy küçüğüydü. küstüm benzetti mi bilmemem. insanın yaptığını hep başkası çeker; en çok da meryem çeker. Acı da çeker, sineye de çeker. ses çıkarmadıkça daha da çektirirler meryeme. çay demledikçe meyve beklerler.

filmin adı iki saati iki kelimeyle özetleyecek kadar cuk oturmuştu. o tepenin ardındakini göremeyen, görmedikçe sinirlenen, sinirlendikçe harap eden... korktukça da harap eden bir erkekler sürüsü.



bu çocuk bence o kadar karizmatik ki üzülüyorum bu özelliği hep oyunculuğunun önüne geçecek diye. 








kimi şeyler de bende kaldı. kim gitti geride ne kaldı belli değil. 

öperim.

5 Ekim 2012 Cuma

onları ne zaman dinlesem filmin sonu gelmiş de karakter bile jeneriği okumaya hevesliymiş gibi hissediyorum. sinirlenmişim, dakikalarca, onlarca dakikalarca koşmuşum, yoruldukça daha hızlı koşmuşum, inat etmişim de sonunda dayanamayıp, soluk soluğa durmuşum gibi hissediyorum. dalmışım, önümdeki saniyelerin sudaki son saniyelerim olduğunu bilecek kadar havasızlıkla dolmuşum gibi hissediyorum. gökyüzüne yakınlaşma adına gece yarısı çatıya çıkmalı titrek kışları hissediyorum. "sigaraya mı başlasam acaba"ları hissediyorum. yetişilen son otobüsleri hissediyorum. daha hızlı, daha daha hızlı, saatlerce salıncağa binmeleri hissediyorum.
bir anlık salaklık edip acaba ders çalışırken dinlenirler mi diye düşünüyorum. kafamı karıştırmak için sözleri olması şartmış gibi.
moon is down var tabi bir de.
günler öyle hızlı geçiyor.
ben bana bakıyorum, o ben beni süzüyor, sonra ben durup hangisi benim anlamaya çalışıyorum.
bu durum da uzun süredir böyle aslında.
tefail gelse de kafama kafama vursa.
çünkü tanrı gündelik dertlerle meşgul edilmemeli.
ama kitaplarıma yeni kavuşmuşken ben, ve bu sefer daha çok sevemezdim derken dışlanmaya başlıyorum kendim tarafından.
gülen yanaklarımla yazan parmaklarım çok ağrıyor bu sıra. seviyorum, ama bazen de salt zorunluluktan devam ettiriyorum. zorunluluğa dönüşen her şeyden nefret eden küçücük bünyem bunlara da tepki gösterirse diye de korkuyorum.

29 Eylül 2012 Cumartesi



yatak odasına şükran fotoğrafları çekiyorum bazen.
Böyle söyleyince fazlaca erotik. halbuki pascal bile uğramayabiliyor kimi geceler yatağımıza.


anılar birikiyor, eşyalar birikiyor, gülücükler birikiyor.



çocukluğa dönmek diye bir şey hakikaten var; zihin hakikaten ilginç. freud diye bir şey var deyip ah muhsin ünlü'ye nazireler düzerim ama jung da var. 
bu yazıyı okuyunca ozan'ın küçükken harçlığını biriktirip kendisine oyuncak tabanca almasının nedeninin annemlerin hiçbir zaman tabancaları bize oyuncak etmemeleri olduğunu düşündüm. niye bir çocuk silahlı evcilikler oynamak ister ki? niye özene bezene yapılmış kardan adamları parçalar, yere düşenlerle dalga geçer?
ve niye bir anne bunu fark ettiğinde "aman canım daha çocuk o"yu kendini rahatlatmak için söyler. halbuki dehşetin tamamıyla ifadesi olmalı bu. 


okunacak kitaplar biriktiriyorum. yol haritamı anlatıyorum kıvruşa. o kadar heyecanlıyım ki listeleri tamamlamaya. araya sokmak istediğim kitaplara da hevesliyim. ne haltlar etsem bilemiyorum.

politics:) notlarımı tekrar okuyorum belki gözden kaçırmışımdır bazı şeyleri, belki yeni kimi şeyler düşünürüm diye. nazarlar değer diye elim popomda, ama öyle seviyorum, içim rahat.













rahat olmayan noktalar da var tabi. 
bu noktayı toparlayacağım, 
kendi kendimi 
kendi kendime
kendimce
 ispatlayacağım diye 
boş verdiğim noktalar. 
yatak kendi halinde kalmalı. gecesi de sabahı da rahatlatılmalı. 




bize dair bizsiz fotoğraf. bunca üşengeç adamın nasıl olup da gelmeye üşenmediğini anlamıyorum. anlayıp anlamamamı umursamıyor. arayıp aramamamı. ben de. ama ne zaman araşsak yan yana olabiliyoruz. hem tekil, hem işteş olabilen fiillere sahibiz.
**O Ano em Que Meus Pais Saíram de Férias. Ağlarım da ağlarım.










































şımarmak için kremler sürüyorum her tarafıma. aynanın karşısına geçiyorum. ışık vurdukça cildim daha da parlıyor. başımı oynatıyorum, bi sağa bi sola. bir daha. boyun kırıyorum sadece. her hareketimde oynaşan ışıkları seyrediyorum uzun uzun. kendimi değil, misafir ettiğim ışığı seviyorum.  

15 Eylül 2012 Cumartesi

Bom bom bom bom bom bom bom borobom...
Turuncu gömleğim var yakası meme uçlarıma değiyor. Sarı kırmızı çoraplarım var. Sokakta, orada burada gülüyorlar bana. HEY BE; PAÇA PAÇA ZURNA PANTOLONLARIM VAR.

Atölyeden çıktım, kafam iyi çıktım, yol boyunca nedensiz yere bu satırları tekrar edip durdum içimde.
Ne zaman okusam içim acır, halbuki bugün hiç acımamalıydı. Kendimi yendim bugün, korkularımı alt ettim, iki harika insanla tanıştım, bir insanı yeni baştan tanıdım, çok yoruldum, çok koşturdum, çok heyecanlandım... Nerelere gitsem, ne haltlar çevirsem bilemedim bütün gün.
Bugün kime ne düşünüyorsam onu söyledim sadece. İçimde hiçbir şey kalmadı. Mutlu da ettim, mutlu da oldum.  Belki birilerini sıkmışımdır ama adam sen de, insan nelere sıkılmıyor ki.


Koşturmam gereken yerlerin listesini attım ona. Kuaföre yalnız, geri kalan hemen her şeye beraber çek attık, stada gidip fotoğraf çektik, film yıkadık, tesisleri yıldızlı çeklerle doldurduk, hediye aldık. O hep yanı başımdaydı.



Tabi ki daha güzel fotoğraflarım var ve tabi ki güzel olmak umrumda değil.

Kafam güzel bu gece!
İçim dışım çok güzel.

Bir de gece şarkısı vardı bir de ortalıkta dans eden insanlar.
Bana içini açan bir adam.
Ortalığa saçtığım kendi içim.

20 Ağustos 2012 Pazartesi

Soğuk bura. Uyanalı ilk, geleli iki gün oldu. İki gündür yağmurlu. Balıkçılar yarın geçer bu yağmur diyorlar. Öyle çok yağıyor ki inanamıyoruz, ama hakikaten de yıldızlar çıktı gece.

Ben de gece yazıyorum, Microsoft 2003, kırk yılda bir açılır, word belgesi.
Sabah kahvede düple çaylarımızı içerken internete geçiriyorum.

Geldiğimiz gün onca yağmurun da etkisiyle okumaya başlıyorum. Ölüm Pornosu aynı gün başlayıp bitiyor. Okudukça midem bulanıyor aslında. Pornodan, sekse bunca düşkünlükten, kusmuktan, çişten, gayrı meşru çocuklardan, kendi hatalarını çocuklarınkilerle kapamaya çalışan ebeveynlerden, şişme kadınlardan, şişirilmiş kadınlardan, yaşıtlarımın yaşam koşullarından, harbiden doğrulardan, ne bileyimlerden midem bulanıyor. Kadına, çocuğa, eşcinsele, azınlığa verilen tüm zararlardan midem bulanıyor.

Bugün az okuyup çok uyuyorum ama. Bol gazete, az uygarlık tarihi, çok, en çok uyku. Bir ara kapalı havadan faydalanmak adına yürüyüşe çıkıyorum; birkaç fotoğraf çekip dönüyorum. Birini filmi hediye edene basmayı düşünüyorum, anlamazsa diyorum sonra. Anlatsam. Anlatmaya başlıyorum. Destan oluyor. Belki öykü başlangıcı. Anılı fotoğraf, fena mı.

Akşam Çakraz’ın muhtemelen en lezzetli ve en ucuz balıkçısını keşfediyoruz. En sevmediğim iki balıktan harika hamsi, harika istavrit. Rakı güzel güzel, bolca salata. Sofraya bir otururken, bir de kalkmadan önce iki kere kadeh tokuşturuyoruz. Baba öyle öğretti çünkü; rakı sofrasının bir başında bir de sonunda kadeh kaldırılır. Ota boka bir küstümle ben kadeh kaldırırız. Düşünürüz ama uzun uzun da kime kaldırsak diye. Ota boka aktiviteler onla güzel gider. Canım.

Aile işletmesi burası. Zaten masalarda müşteri bir biziz; gerisi kayınpeder, enişte, yeğen, kayınço. Muhtemelen biz gelince üç tabak, çatal, bıçak, iki rakı bardağı yeni yıkanıyor.
Balıklar çıtır çıtır.
Kalem birayı evde babamla paylaşıyoruz.    
Yazabildiğin kadar yaz diyorum artık. Yazmayıp da ne yapacaksın. 

17 Ağustos 2012 Cuma


son bir yıldır 'şu hayattaki en sevdiğim insan' diyorum. 'anneni mi daha çok seviyorsun babanı mı?' diye sorsa bi patavatsız teyze herkesin önünde, 'murat uyurkulakı!' derim. bir dizinin senaryosunu yazacakmış diye duyuyorum; hem de yıldırım türker, hakan bıçakçı ve seray şahiner'le birlikte. sanki günlerdir hiçbir şey mutlu etmemiş, her şey kötü. tüm ilişkiler sarmış sarpa. bazıları düzelmiş bazılarından bi halt anlaşılmamış. kimi de çok hassas. beni de hassas ediyor, etmezse dağıtır çünkü. kötü yani bir şeyler. ama bu en güzel adam bana en güzel haberi veriyor. bulutlar sanki yavaştan dağılmaya başlıyor.
seray şahiner'i ilk defa duyuyorum ben; inceliyorum kitaplarını. bu aralar kendiliğinden pek kabaran okuma listeme üst sıralardan giriyor.
hakan bıçakçı'nın hiçbir kitabını okumadığıma utanıyorum durup. bıçakçı deyince hep barış da kalmışım; hakan deyince bi günday bilirmişim gibi. bi adamın adını bir diğerinin soyadını çalıp ortalıkta dolanıyor gibi hissettim içten içe, saçma ama itiraf ediyorum(bir de 'bencillik ama itiraf ediyorum'lar var bu ara, ama bu yazının konusu hiç olmamalı.).

neyse.
sonra hakan bıçakçı'yı araştırmaya başlıyorum; onun da editörü levent cantekmiş; canım emrah serbes ve dün onun yanına yerleştirdiğim mahir ünsal eriş gibi.
son zamanlarda bir kitabı her şeyiyle ele alıyorum. editörü, çevirmeni, tasarımcısı, girişinde teşekkür edilen kadın. her şeyiyle. araştırılacak onlarca isim çıkıyor karşıma. şapşala dönüyorum. ama sadece kulak aşinalığı da olsa bu sektörden bir şeyler öğrenmeye başladığımı hissediyorum.



İletişim yayınlarının tasarımından nefret ediyorum mesela. kitaplıkta yan yana yerleştirdiğinde her biri farklı renkte; yazı tipi, büyüklüğü farklı, logosu bile farklı incecik çizgiler. sanki bir partide karşılaşmışlar, birbirlerini tanıyorlar da nereden olduğunu çıkaramıyorlar. uzaktan çaktırmamaya çalışarak gülümseşip içlerinden  'inşallah şimdi gelmez buraya' diyorlar. öyle bir gergin ortam var yani iletişim yayınlarından ince çizgiler arasında. bari logo aynı kalsaydı hep.
ama hakkını yemeyelim, güzel kitaplar çıkarıyor. çok şey beklemiyordum mesela "bangır bangır ferdi çalıyor evde..."den. hatta almamın nedeni biyografinin son cümlesiydi: "gençlerbirlikli'dir; söylenişi bile güzel." ama kitaplıkta 'acaba nereye yerleştirsem' diye kafa yorduğum kitaplardan biri oldu.
aslında biraz oyalanmaya bakıyorum bu ara. sürekli okuyorum. kafam karman çorman oluyor. başka bir yerim olmasın da.
kitapların kitaplıktaki durumları üzerine bir yazı yazsam diye düşündüm iletişimden bahsederken. güzel olurdu. sabrım yeterse bunu yapacağım.
kadınları seviyorum bu ara en çok. karin karakaşlı'yı, aslı tohumcu'yu, seray şahiner'i, tomris uyar'ı. tomris uyar çevirmenliğe sırf türkçesini geliştirmek için başlamış. tomris uyar turgut uyar'la birlikte dünyanın en güzel çifti olmuş. tomris uyar çok güçlüymüş, cesaretliymiş, delikanlı kadınmış. tomris adı bir kediye ne çok yakışırmış.

"senin için alışılmış şeyler söyleyemem sana yaraşmaz
kış gecesi amcamızdır bahar yakından kardeşimiz
alır başımı erzincan'a giderim seni düşünmek için 
dörtlükleri bozarım çünkü dağlar ne güne duruyor
kıyılar ve eskimeyen her şey seni anlatmak için

bir bozuk saattir yüreğim hep sende durur
ne var ki ıslanır gider coşkunluğum durmadan
durmadan
dağ biraz daha benden deniz her zaman senden
hiçbir dileğimiz yok şimdilik tarihten coğrafyadan

kimselere benzemesin isterim seni övdüğüm
seni övdüğüm zaman
güzel bir çingene yalnız başına dolaşmalı kırlarda
seni övdüğüm zaman"


bir hikaye duyar seversin, sonra o hikayeyi biraz da kendi kendine güzelleştirirsin. sonra aslında o hikayenin o kadar da güzel olmadığını hissettiren şeyler fark etmeye başlarsın. inanmazsın bi süre. bahane de ararsın. arama boş yere.

turgut'la tomris'in hikayesi hep güzel kalsın.
eğer bu yazıyı kurşun kalemle bir deftere yazıyor olsaydım siz onda hiç silgi izi göremezdiniz.

9 Ağustos 2012 Perşembe

hazırlanmış kelimeler içte kalacaksa kalsın artık derken.


8 Temmuz 2012 Pazar



Alelade bir cümle olmasına rağmen düşündüm; ben de gitme hayali kuruyorum, özgürlük hayali. her yetişkine bakıyorum onlar da kurmuş. şimdiye kadar milyonlarcası geçmiş bir o kadarı da geçecek gençlik hayalinde tek farkım o umudu bugün taşıyor olmak. 10 yıl sonra o günün sıradan yetişkini olmaktan o kadar korkuyorum ki yerine bugünden vazgeçiyorum. hele bir de hormonlarda kadınlık; içte aşık olup mutluluğu ideallere tercih etme korkusu olunca işler sarpa sarıveriyor. fena halde hemde. ha pişman mıyım, değilim de.  


aslında şöyle söyleyim: elimizde bir kitap, bir müzisyen, bir fotoğrafçı ve bir de köşe yazısı var. yeri de gelmişken ekleyeyim karin karakaşlı o güzelim kelimeleriyle; alakasız bir yoldan dolandıra dolandıra; bambaşka hikayeler sere serpe kabak dolması tarifi verse okurum; okumam içerim, tüm duyularıma bayram ettiririm. nasıl yaptıysa bütün taşları yerine oturttu ve bir anda müzikli fotoğraflı kitaplı bir gece başlattı. bitmedi gecem hala.
kitabın sonu kötü bitecek hem biliyorum hem hissediyorum. ondan erken yazılmış bir yazı bu. bolca oğuzla bana benzettim aslında. işler ne kadar boka sararsa sarsın -ki beklemez, sarar- onu rahat ettiresim gelir hep; kızarım, bağırır, çağırırım yine de vazgeçemem. kirayı nasıl ödeyecek dert olur içime. oy.

birilerine adanmaya bu kadar meyilli oluşumuza kızdım sonra, hakikaten merak da ediyorum; bir erkek bu adanmışlık karşısında ne düşünür. istedim ki robert da bi kitap yazsın, bir de onun açısından dinleyelim bu ilişkiyi. çokça kızdım patti smith'e. 'ben zaten özgürüm' deyişine de kimi zaman zerre inanmadım.


duvarları baştan ayağa fotoğraflarımla kaplanmış, yer yer öbekleşmiş kitaplardan yürümenin zor olduğu evime artık çıkasım geldi. Geniş pencereler lüks biraz, olsa da kabulümdür olmasa da. Ve fonda her daim müzik. Kitap okurken sakin sakin, bazense bağıra çağıra.



Kollarıma sıra sıra boncuk, daha fazla boncuk takıştırasım sonra. 

Bir de 'boşver, nasıl olsa bir şekilde yaşarız' diyesim. İnsanın içinde bulunduğu gerçekliği sorgulayacağı kadar içten gerçekti. Can sıkacak kadar saçma şeylere harcadığım gecelerden utandım. Bolca da kıskandım. 

20 Haziran 2012 Çarşamba


Seyretmeye doyamadığım.
3 gün öncesine bile ne güzel zamanlardı deme potansiyelim var, ama o günler hakikaten güzel zamanlardı.

Hayal peşinde koşup, sabredip, biriktirmekle geçen zamanlar, yeni hayaller ve bu defa para biriktirmelerle yer değiştiriyor. Yeni sabretmeceler. 
Ama başucunda biriken kitaplara da geliyor zamanlar. Epey uzun akşam yürüyüşlerine, yürürken düşünmelere...
Minik minik şeyler yapıp kendimi mutlu ettim bugün. Kafamın artık gürültü kaldırmadığı kararını alıncaya dek bağıra çağıra dans ettim, bahçede duta daldım, uzun uzun pascalın tüylerini tarayıp muhabbeti koyulttum. İlk interrail hayalimi Koudelkayla kurdum, unutmayım diye not bile yazdım, çalışma masamın duvarına yapıştırdım. Kitaplığı temizleyince ne yerleştirsem düşünmesini şimdilik dünya tarihi kazandı. Masaya oturunca yine 'insanın çalışma masasını sevmesi nimet, bildiğin nimet' diye düşünüp, yine çalışmadan kalktım. Arada mutlu oldum ama. O masada hep sevdiğim şeylere çalışmak istiyorum, sevmediğim her şey mutfak masasında sürünsün. Gebersinler. 


Bu şarkıyı dinleyip de unutmuş olamam, birileri belki fark ederim de gecem taçlanır diye playlistime eklemiştir gizlice. Çünkü unutmuş olamam. 
Çünkü ben olsam ben de yapardım.  

7 Mart 2012 Çarşamba

"eskiler alıyorum 
alıp yıldız yapıyorum 
musiki ruhun gıdasıdır 
musikiye bayılıyorum "









"şiir yazıyorum 
şiir yazıp eskiler alıyorum 
eskiler verip musikiler alıyorum. "



seviyorum