25 Aralık 2010 Cumartesi
what a wonderful world
giriş gelişme ve sonucu birbirinden inanılmaz bağımsız bir yazı oldu, varsın öyle olsun. bunu da seviyorum.
18 Aralık 2010 Cumartesi
7 Aralık 2010 Salı
ama aynı güzel oyuna ertesi gün bi kere daha ve bu sefer legal yollarla gidebildiğimi düşünürsek, aklımın bir karış havada olmasına şükretmem gerekiyor sanırım.
bu yazının neden olduğunun merak edilmesi gayet mantıklı ve normal. tek amacım bi önceki yazıda açıklamayı unuttuğum yıldız(*)dan bahsetmek.
*
(ağlamaklı)bir fincan kahve için bozuk paranız var mı bayım?
(sinirli)buna ilerleme diyorsunuz öyle mi? çünkü motorlu arabalarınız, telefonlarınız, uçan makineleriniz ve bu leş yığını içinde daha iyi kokmanızı sağlayan bin çeşit parfümünüz var. ve caddelerde uyuyan yoksul insanlarınız...
arabanızın ya da parfümünüzün olup olmadığının hiç bir önemi yok. o an marx, etrafında olup bitene göz yuman herkesin ağzına sıçtı.
6 Aralık 2010 Pazartesi
dedi. bakakaldım ekrana. sahi, ne düşündüm onca zaman boyunca? üzerine düşündüğümü biliyordum. ama daha çok 'bak argümanları kısaca açıkladım sen anlarsın, zeki kızsın bence.' tadında bi düşünmeydi. var olduğunu biliyordum ama doğru kelimeler birbirini bulamamışlardı anlatmak için.
ne düşündüm sahi? dün toparladım biraz. dünya az biraz da olsa ilerliyorsa*, deliler sayesinde değil mi bu. delirsek ya o zaman.
okumuyorum. mükemmel olmasa da elimde sürünmeyi haketmemişti pavese. ama asıl gündüz vassaf, harika olmasına rağmen sürünüyor ya şu an, en çok ona üzülüyorum. ıskalanmış, üzerinde düşünmeye hiç gerek duyulmadan kabul edilmiş ayrıntıları bulunduğu yerden çekip ısıtıp önüme koyuşu hakikaten etkiledi. üstüne düşünerek okumak istediğimden okuyamıyorum belkide. beynim düşünme eylemini gereksiz sayıyor bu ara, 'gör ve kabul et, kabul et ve tekrarla.' modunda.
"cehennem özgürlüktür." bu fikir güzeldi. ama asıl psikoloji ve delilik. delilik ve özgürlük. bunu uzun süredir yazmak istiyordum.
"Biz özgür olmaktan korkuyoruz aslında. Yerleşik düzenin dikte ettiği, herkesin de karşılıklı olarak kabulendiği tutum ve davranış sınırlarının içinde kalmak istiyoruz. bizi nihai bağımsızlığa götürecek olan o adımı atmaya cesaret edemiyor, kendi içimizdeki sese kulak vermek istemiyoruz. Öyle yaptığımız zaman genellikle bize deli deniliyor çünkü. bize deli denmesini istemiyoruz. bize deli denmesinin ve deli muamelesi yapılmasının sonuçlarına katlanacak gücümüz yok.
bu yüzden delilikten anladığımız şeyi iğdiş ediyor, onu küçük ve önemsiz eylemlere indirgiyor ve davranışlarımızın anlamını da abartıyoruz. Örneğin bir memur uçurtma uçurmak istediğinde işe gitmiyor; "Acaba bana deli derler mi?" diye düşünüyor ama. Ya da sonradan " öyle çılgınca bir şey yaptım ki..." diye anlatıyor bu olayı. Deliliği, çılgınlığı öylesine basit eylemlere indirgedik ki, artık rahatça, güven içinde deli olabiliriz. ne yardan geçiyoruz, ne de serden. "Bütün gece uyumadık ve geceyi dinledik, ne çılgınlık değil mi?", "Kocam bütün ışıkları yaktı, bütün pencereleri açtı ve benimle salondaki halının üzerinde sevişti. Amma da deliymişiz. Böyle bir çılgınlığa nasıl boyun eğdiğimi bir düşünsene."
Deli olmaya cesaret edemediğimiz, ama yine de özgürlüğün özlemini çektiğimiz için, deliliği bu son derece basit davranış biçimlerine indirgedik, ama bu eylemler, deliliğin sonsuz ifade biçimlerine haksızlık etmektir."
kelimeler birbirini buldukça şunu düşündüm. başında olduğum şeylerin ileride çok ciddi çalışma ve yetenek isteyeceğini bilmek korkutuyor. yolun başındayken hazır, belkide vazgeçmeliyim diyordum.
delilik.
delilik hayallerinin peşinden koşmak olmamalıydı, koşmamak olmalıydı. delilik övgü olmamalıydı, yergi olmalıydı. kavram karmaşaları, çoğu şeyin olduğunun tam tersi anlam edinmesiyle sonuçlandı. ama sanırım sonuçlandı. kararı verdim en azından.
ve bir teşekkür borçluyum sanırım, 'bana mı?' diye düşüneceğini biliyorum. evet, sana.
16 Kasım 2010 Salı
13 Kasım 2010 Cumartesi
yaşamak istediğim o kadar çok an varki. ama hepsi "an"lar, iki harf kadar kısalar.
thelma & louise'in de etkisi vardı bunda. güzel filmdi. yol filmlerini seviyorum. ve müziklerini. ve yolculukları.
- Sanırım biraz delirdim, ne dersin?
- hayır, sen her zaman deliydin. bu, kendini ifade etmek için eline geçen ilk fırsat.
insan, içindeki ruhu ortaya çıkarmak için hep doğru anı ya da kendisine eşlik edecek birini arıyor. ve arayanın sadece ben olmadığımı biliyorum. canımı sıkan da bu. hepimizin durumu aynıyken hiç kimsenin bir şey yapmaması.
bi dünya diliyorum -çocuğun duası tutar diye-. bir dünya, insanların hayalleri uğruna öldüğü ve bunu gerçekleştirmeye çabalayan korsanların olduğu.
ama o insanların yaşamasını. sadece gerekirse gözlerini karartabilmelerini diliyorum.
son olarak. içimdeki güzel bi yerde güzel müzik dinleyip, bir iki kadeh bir şey içip konuşma gülüşme isteği dayanılmaz boyutlarda. dışarı çıkalım lan.
12 Kasım 2010 Cuma
üniversite hayatımın tatilden tatile mutlu geri kalan tüm zamanlarda da tatil özlemiyle geçeceği resmileşti sanırım. bıkkınım ve böyle birşey ilk defa başıma geliyor, onunla nasıl baş edilir bilmiyorum. öğrenmedimki ben. ama şuda varki bugün yüzmilyonuncu kez bıkkınlığımı dile getirirken sıkkınlıklar bastı. ben bile dinlemek istemiyorum artık, çekilmez adamlığımı* içime gömüyorum.
eve erken gelip the sixth sense'i seyrettim. finali dışında bi aman amanlığı yoktu. ki finali de öyle 'yareppim!' dedirtecek derecede etkileyici değildi. beklenmedikti sade.
gözlükleri sevdim ama.
9 tane filmim var, tatil boyunca her gün için bir tane. ve iki mekan seçtim kendime, iki günlük. bide hediye verme isteğimden gaz alarak tişört tasarım işini araştırdım bugün biraz. bir iki bir şey buldum bakalım.
mükemmel ingilizce hocamın mükemmel blogundan aldığım tarifi geliştirip mükemmel üstü harikulade bi makarna yaptım. o kadar güzel olduki nasıl becerdim lan dedim kendime.
ve yıllarca filmlerin, öykülerin, hayallerin siyah cadısı olmak insanda kaynayan her kazana bi parça ot serpiştirme huyu kazandırıyor. biraz baharat. biberiye, defne, birazda sarımsak...
*nazım hikmet//
8 Kasım 2010 Pazartesi
yeni tanıştığım insanlara özel bir durum değil bu. yeni olan her şeyi ilk anda çok seviyorum. tanıyana kadar korkunç bir önyargıyla kıvranıyorum, tanıdıktan sonra ilk anda delicesine sevip sonra insanı boyutlara indiriyorum. onu da sevdim.var olan tüm yeni insanları da sevdim. münazarayı da sevdim. ve bugün bir kez daha tescillendi ki ben bir muhalefetim. minik, heyecanlı, gerçekçi argümanlı ama öküz bir muhalefet.
bir de mantıklıyım. yani. ehem. ımm. şey. doğru olanın ne olduğunu biliyorum. biliyoruz. yanlış dualara avuç açmayı bırakmalıyız. desem de inanma, biz saplantılı küçük kadınlarız.
not: aylardan sonra ilk defa uzun uzun kitap okudum ben bugün: mezarlarınıza tüküreceğim.
7 Kasım 2010 Pazar
otobüsle ilgili hayallerim vardır, küstüm bilir bunu. bide bilirse belki oğuz bilir. ve bugün ben ilk defa bir otobüste biriyle tanıştım. adını bilmiyorum, telefonunu nelerden hoşlandığını hiçbirini. rengi siyah ama, bir onu biliyorum. birde bir sonraki karşılaşmamızda onu öpeceğimi. söz verdim çünkü.
sercanla hayallerden konuştuk bugün.
- korsan olup tayfamla beraber tüm çocukları güldürmek istiyorum!
hayalin kime ait olduğunu söylemem lüzumsuz herhalde.
arka fonda besame mucho çalarken bir şömine başında sıra bana geldiğinde söylemek isterdim hayalimi. ben dünyayı güzelleştirmek istiyorum. güzel bir dünyada yaşamak değil, olan dünyayı güzelleştirmek. batuhanın yaptığı gibi mesela, bir şeyler değişsin diye uğraşmak.
oğuz, biliyorumki sen burdasın, yanımdasın. hak vermesen bile anlarsın. her şeye rağmen sen benim yarımsın, canımsın. o okulda kendimi yalıtılmış gibi hissediyorum. dünya orası değil, ben dünyayı gördüm. kendimi oraya kapatmak kandırmak değil mi? peki niye onun yerine dünyayı o hale getirmeye çalışmıyoruz? hani o en sevdiğin filmdeki gibi, niye savaşmak yerine bizdeki bize yeter diyoruz? sıkıldım herkesin sadece konuşmasından, hiçbir şey yapmamasından. ki bu aslında bi özeleştiri.
tek başına olsa alfredo da vazgeçer miydi? oda başlamak için kendisiyle aynı hayali taşıyan birilerini aradı. hayallerimi paylaşmaya ihtiyacım var. ve sana uzun uzun yazmaya. kendine bir kahve doldurup okusan ya?
28 Ekim 2010 Perşembe
25 Ekim 2010 Pazartesi
gulumsedigimin farkina vardigim zaman
beni deli zannedeceklerini dusunup
gulumsuyorum"
23 Ekim 2010 Cumartesi
gelen bahara lanet ettin
sonra gökyüzüne uçtun
alev alev meleğimle
beni bir melek öldürdü.
Bunun ona ne kadar yakıştığını görsünler. zira o dünyanın görüp görebileceği en değişik, en güzel kadınlardan biri. tartışma da kabul etmem hiç. Birileri onu benimle aynı yerden görsün. İnsanlar bazı şeyleri benimle aynı gözle göremiyorlar ya, çok acıyorum o zaman. bazı şeyleri taparcasına sevdiğim için mutluyum.
Aslında iki fotoğraf seçmek istemiştim. ama internette Mohr hakkında da, fotoğrafları hakkında da pek bi bilgi yok maalesef.
Bu fotoğrafın da kalitesi için üzgünüm. Yorumları olabilecek en farklı meslek grupları içinden seçmeye çalıştım.
Bostancı: Bu fotoğraf benim aklıma günümüzde petrol üreten ülkelere ne kadar bağımlı olduğumuzu, onlarla kavgaya tutuşmak yerine birlikte iyi geçinmemiz gerektiğini getiriyor. Şimdi musluğu kapatıyorum, yarın açabilirim. İleri gitmenin bir yolu yok.
Rahip: Eğlenceli! Benim ilk tepkim şöyle: Onun gibi, hiçbir kaygı duymadan uyuyabilmek isterdim. Uyumak bir nevi özgürlük. İkinci tepkim daha bir düşünülüp tartışılmış: Bu borularda ne var - petrol mü, su mu?- Hangi ülke, Hangi nüfus için? Adamın soldaki ağacın üstünde ya da bir evin kapı aralığında uyumasını tercih ederdim. Borulara kafa tutuyor!
Liseli Kız: Bu adam kendini ısıtan bir şeyin üstüne uzanmış. İlk borunun rahat ettirmediğini düşünen biri de gelecek.
Aktris: "Uzun bir yolculukta dinlenme." Burası bir boru hattı mı? Dünyanın ucuna vardınız duygusu. Gidip duruyor, sonra dinleniyorsun. istikametin ne olacağına zaten daha önceden karar verilmiş. Görüntüdeki başka her şey kayboluyor.
Fabrika İşçisi: O borulardan ne akıyor? Su mu yoksa yakıt mı? Adamın uyuma şeklinden iyi bir dinlenmeyi hak ettiği anlaşılıyor.
Gerçek hikaye: Ponai burası, Bombay'ın 30 km uzağı. Şehre su taşıyan su boruları. Oğlan boruların üstünde uyuyakalmış, sebebi serin olmaları.
keşke diğer fotoğrafları koyabilseydim, bulamadım hiçbirini.
ama şöyle bir örnekte vardı misal. bir kız çocuğu. elinde bebeği. kızın yüzü buruşuk, ağzı kocuman açık. Rahibin yorumu:
"Garip bir fotoğraf. Birilerinin, çocukları, dünyanın zalimliklerini görmek zorunda kalmaktan koruması gerekmiyor mu? Gerçekliğin bazı yönleri bu yaştaki çocuklardan saklanmamalı mı? Oyuncak bebeğin gözlerini kapatan elleri orada durmamalı. her şeyi gösterebilmeli, hepsi görülebilmeli. "
Gerçek hikaye: İngiltere, kırsal bir bölge. Küçük kız oyuncak bebeğiyle oynuyordu. Bazen tatlı tatlı, bazen haşin hareketlerle. bir an da bebeğini yemek istermiş gibi bir hareket yapmıştı.
Evet. İlginçti, güzeldi kitap. Açıkçası John Berger kısmı bana ağır geldi, ama Mohr kallavi adamdı.
17 Ekim 2010 Pazar
ağlamak nereden gelir? yani insanın psikolojisi bozukken niye acısını gözlerinden çıkarır, bunu bir doktor civanıma sormalıyım. şarkı söylemek sonra, hayatında hiç söylememişken. "meyan", o şarkının meyan perdesine ilk defa çıkabildim ama önemli değil, söyleme nedeni peste kaldı çünkü, bu kızı yeniden büyütmeliyim.
zarlar düşeş gelseydi her şey çok farklı olabilirdi, olmadı.
30 Eylül 2010 Perşembe
önümüzdeki 22 saat hızla geçse de fazlı hocaya gelse sıra bi, çünkü kabul etmenin sorumluluğunu kaldırmak istemesem de ömrümü o objektifin arkasında geçirmek isterim ben bi.
fotoğrafta yazılara yer vermek gerçek bir cesaret işiymiş. suits topcoats 9. evet en dikkat çeken sensin doğru, ama cesaretin yanında gözde varsa niye olmasın?
bu kadın, new york fotoğrafçısı olarak tanınırmış. new york hayranı! el salla!
24 Eylül 2010 Cuma
17 Eylül 2010 Cuma
13 Eylül 2010 Pazartesi
11 Eylül 2010 Cumartesi
evet 13 yaşındaydım onu okuduğum zaman, o zaman daha çok etkilenmiştim bu doğru. bunun nedeni belki de sonuna inanmamdı. sonu yine aynı gerçi. bir yıl daha geç sade. kanat güner, 17 yaşında cerrahpaşa tıp fakültesini kazanıp istanbul'a gelmiş gelince de tokat üstüne tokat yemiş ve 28 yaşında da yüksek dozdan bir tuvalette ölü bulunmuş. Ailesi hayata tutunabilsin diye yazsın istemişler, belki yazarsa içindeki nefret biter diye.
"Hepimiz görünürde iyi aile çocuklarıydık ama gerçekte bizi çıkmaza sokan bu iyi ailelerimizdi. toplum normlarına uygun çocuk yetiştirmeyi reddedip, bize bazı özgürlükler tanımışlardı. biz ise bu özgürlükleri toplumda kullanamıyor, düşündükçe kendimizi farklı hissediyorduk."
sorunun nedeni bu. toplumun üstünde aile. bir arkadaş anlatmıştı. ailesi nerede bilmiyorum ama üniversite için geldi, yalnız yaşıyor ankarada. evine sevgilisi çok girip çıkmaya başlayınca ev sahibi ailesine haber vermiş, babası ev sahibine kızmış 'sana ne benim evime giren çıkandan' diye. evet güvenen, kızını özgür bırakan bir babası var, şanslı bu konuda. 'şanslısın' deyince 'o kadar da değil' demişti. sonuç olarak artık evine girene çıkana çok dikkat ediyor, elalem ne der kaygısında. elalem ne der? elaleme ne demesi çok kolay geliyor kulağa ama denilmiyor işte. ne yaparsan yap sen o toplumdan ayrı düşünemiyorsun kendini. hele bir de kadınsan orospuluktan bir farkı yok özgürlüğünün.
1 Eylül 2010 Çarşamba
26 Ağustos 2010 Perşembe
16 Ağustos 2010 Pazartesi
14 Ağustos 2010 Cumartesi
13 Ağustos 2010 Cuma
gitmeye uğraşılan ve bir türlü gidilemeyen sinema. ve, ya koparsak korkusu dile getirilemeyen. 4 yıl yanı başımda olduktan sonra tamamen çekip gidersen çocuk; tanıdık yüzler, ortak mekanlar hızla eriyip yok olursa. ve konuştuğumuz konular azalacak git gide, kopmayı beceremeyeceğiz, direneceğiz biliyorum. ama o ip gözümüzün önünde git gide incelirken... ve sen bilirsinki benim tahammülüm yoktur kavgalara. ya git dersem sana? gider misin cidden? korkuyorum.
kıvruşuk kahkahalar sonra. aşırı cilveli uyanıştan kafası güzel halim ve beni idare etmeye çalışan bir fidan.
- güneş! bu biir daire. peki başka neler dairedir?
- top bi dairedir. aydede bi dairedir.bardak altlığı dairedir!
- uçan ayı!
hep benle 5 yaşıma dönecek misin? hep oynayacak mısın benle hatun...
"kağnım aç. haydi tiger bal bulalım! boing boing boing."
sensiz gidilen odtü olmaz olsun.
ve bir babanın bölümü sevdirmek için ettiği her lakırdının bölüme olan azıcık sevgiyi de hızla yok etmekten başka bir işe yaramaması.
"bak şimdi, insanı hayvandan ayıran en önemli özelliği ne? alet kullanabilmesi. ilk insanların kullandığı ilk alet neydi? hayvanlara atılan taş! onunda yumuşağı vardır, ağırı vardır şu vardır bu vardır..........lan nerden girdim ben bu konuya? hah ilk mühendislerde metalurjici sözün özü."
ama şu güzel:
"bak benimde bir arkadaşım vardı. ingilizcede aynı kurda başladık zor dedi alt kura indi. makineye beraber başladık zor siyasetle uğraşacağım ben dedi metalurjiye geçiş yaptı. sende siyasetle uğraş. eylemlere giderken saçına çiçek takarsın hep çiçekli devrimci derler sana. ben sana çiçek de alırım,söz." seviyorum babam seni.
ve anlaşılacağı üzere de odtü metalurji. beklemekte beni.
ama sen beni bırakma olur mu çocuk?.. belli etmesem de beceremem sensiz.
10 Ağustos 2010 Salı
daha güzel yerleştirmeyi beceremedim, olsun.çavlan olmasa çok daha da kötüydü halim.bikaç hafta önce keşfettiğim rooze; daha sadece 23 yaşında ve insanın kıskançlıkla tapınma arasında gidip gelmesine neden olacak kadar yetenekli kız. meraklı kız. güzel kız. ve sevgili küstüm, aslını istersen sırf sen göresin diye.
"No words, no thoughts, just be.
Mirjan."